Geçenlerde kendini “içimizdeki ecnebi” kategorisinden çıkarmamakta ısrar eden eski bir arkadaşla sohbet ediyorduk. Daha doğrusu iş sohbetten zaman zaman çıkıp tartışmaya dönüşüyordu. Yerli olan ne varsa karşıydı. Ona göre biz hiçbir işi doğru düzgün yapamazdık. Her işimizde mutlaka bir hile vardı ya da olmak zorundaydı. Geri kalmışlığımızın temel nedeni İslam diniydi. Biz üçüncü dünya ülkesiydik ve öylece de kalacaktık. Bizden bir halt olmazdı. Biz bir şey yapamazdık. Üç kağıtçılığın kitabını yazmış bir millettik biz. Ve bunun gibi daha bir alay zırvalık dinlemek zorunda kaldım o akşam vakitlerinde.
Bir ara sıra iyi ki müziğe geldi. Mesela Barış Manço, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Kazım Koyuncu sever ve dinlerdi.
Bu sanatçıların temel bir özelliği vardır. Bize bizi anlattılar. Farklı tarzları olabilir ama bunu yaptılar. Ayrıca müziğin evrensel dilini kullandılar. Dibine kadar yerli ve samimiydiler. Bu toprağın, 9 bin yıllık kültürün günümüzdeki mütevazı temsilcileriydiler. Ve biz bu yüzden toplum olarak sevdik, benimsedik bu insanları... Bu lafları etmek isterdim ama bir faydasının olmayacağını biliyordum. Zaman aktıkça, edebiyattan memleket meselelerine, siyasetten insan haklarına, kadın erkek ilişkilerinden aile kuramına, çocuklardan davranış bilimlerine hemen her konuya dalıp çıktık. Ve gece yarısına bir saat kala bitirdik ve ayrıldık...
İstiklal Caddesi’ni baştan sona iki kez turlarken bu arkadaşla geçerdiğim zamanın muhasebesi meşgul ediyordu zihnimi...
İlk önce söylemem gereken şu ki, üzgündüm. Zira tanışıklığımız çok eski zamanlara dayanan bu arkadaş hala yerli, bize ait ne varsa ya nefret ediyor ya da küçümsüyordu.
Batı bizi nasıl görmek istiyorsa öyle görüyordu. Batının çıkarları öncelikliydi. Arkadaş tipik bir sömürge aydını gibi davranıyordu. Memlekette halkın yararına yapılan ne varsa bir kulp buluyordu mutlaka. Halkın gelenekleri, giyimi, kuşamı, yaşam tarzı, yerelliği, Anadolu bilgeliği, kültürü rahatsız ediyordu onu. Dilinden halkımız düşmüyordu, ancak onun “halkı” Avrupa’dan bakılınca görülmesi istenen bir halktı ve bizim halkımızla zerre kadar ilgisi yoktu. Evet, üzüldüm. Zira arkadaş bir “yabancı” ydı.
Ardından biraz daha üzüldüm...
Batı iyi bir stratejiyle bu insanların sayısını o kadar artırmıştı ki...
*
OKUYUNUZ...
Mikhail Bulgakov’un Rus Devrimi üzerine yazdığı absürd öykü... Dünyaca ünlü Moskovalı bir cerrah bir sokak köpeğini evine alıp ölmüş bir adamın beyninin bir parçasını organ nakliyle köpeğe takar. Operasyon beklenmedik sonuçlar doğurur: Tehlikeli bir insan-hayvan yaratılmış ve profesörün saygın yaşamı bir kabusa dönüşmüştür... 1925’te yazılan bu kitap ancak yazar öldükten sonra Batı’da 1968’de, SSCB’de ise 1987’de yayınlanabilmiştir. Kitapta Ekim 1917 Rus Devrimi’nin hedeflerinden biri kara mizahla aktarılır: Geçmişten etkilenmemiş ve burjuva endişeleri taşımayan yeni bir insan türü oluşturmak. Rus Devrimi’ni konu alan etkileyici bir taşlama... Sürrealist bir mizah şaheseri...
*
BEYEFENDİ
En büyük hapishane içimizdedir...
Çoğumuzun içinde bir hapishane vardır ve orası yeryüzünde şimdiye dek inşa edilenlerin en büyüğüdür der bilgenin biri.
En güzel hayallerimizi o kadar çok tutarız ki bu hapishanede, unutulup giderler. En derin sevdaların da başına benzer bir şey gelir. Cesaretimiz için de mutlaka bir oda vardır hapishanemizde. Elbette ki gelecek tasarılarımıza da bir yer ayırmışızdır. Ağız dolusu gülüşlerimizi ise daha derin bir yerlerde, daha az ışık alan, rutubetli, kasvetli bir yerde ölüme terk etmişiz. Özgürlüğümüzle birlikte bizi biz yapan, keyifli geçmesi gereken bir hayatın yapı taşlarından ne varsa içerdedir.
Hal böyleyken, yıllar geçip gittikten, başına pişmiş tavuğun başına gelmeyenler geldikten sonra Beyefendi, “Benim gibiler galiba bir şeyleri ille de kafasını duvarlara vura vura öğrenebiliyor” diye bağırır avazı çıktığı kadar bir Ege kasabasının ıssız sahilinde. Özenle inşa ettiği hapishanesinde ne kadar da uzun zaman kaldığına hayıflanırken, yumruklarını delice sıkar. Kaçırdığı onca anlamlı şey için iç geçirirken, anlamsızlığın nirvanasında dolaştığı yıllar yumruklarını daha da sıkmasına neden olur. İsyan der içinden, evet isyan! İyi ama kendime mi isyan, faydasız der tıslayarak. Hızla denize yönelir, bir dalga dur der ona kıyıda. Neden diye sorar kendine, onca korku nedendi? Neden korkularıma yenik düşerek koca bir hayatı hapishaneye tıktım? Hayır isyan yok der. Faydası yok. Olmaz... Ne yaparsam hayatımın geri kalanını kurtarabilirim diye bir soru sorar boşluğa. Yoksa çok geç mi? Anlamsız laflar eder sonra denize, ufuklara. Kafası karışır. Yorulur... Zaman der bezgin bir halde, hayatın kendisi...
Ve sonra yorgun avuçlarında kayıp gidecek kadar ince, billur gibi kuma bırakır kendini. Ufuklara bakarken birkaç iri damla tuzlu su dökülür gözlerinden kumun üstüne. Ve küçük, eğri büğrü bir dal parçasıyla şekiller çizer kuma. Uzun bir süre sonra eserine baktığında, kumun ileriye atılmaya hazır oklarla dolu olduğunu görerek, derin bir soluk alır. İçindeki hapishaneyi yıkmasa bile kapısını araladığını, isterse kaçabileceğini anlar. “Yaş, 48” der içinden, “yine de geç değil” diye de ekler hemen ardından...
*
İŞTE O KADAR
Bir şehir kadar kalabalıktır bazılarının yalnızlığı. Cahit Zarifoğlu
*
İNSANCA
Müdüre babasından miras kalan fabrikayı hediye etti
Geçenlerde bizim gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Hayri Köklü, bir adamın proğramını izletti bana on beş dakika kadar. Ayhan Sicimoğlu... Müzisyen, gezgin, radyocu, TV programcısı ve işadamı. TV’de yapımcılığı ve sunuculuğunu üstlendiği gezi-kültür programları yapıyor. Sevilen bir isim. Bizim müdür de çok tutuyormuş Sicimoğlu’nu. Adından haberdardım zaten ve o akşam birkaç proğramını izledim bu vesileyle. Samimiyet, sıcaklık, zerafet, bilgi, görgü vardı. Hayattan bir anlatım tarzı, kibirden uzak bir adam vardı ekranda.
Ve ardından bir şey daha öğrendim. Bir panelde başından geçen bir olayı şöyle anlatmış Sicimoğlu: “Gezmeyi ve yaşamayı seven biriyim. Babamın 6 fabrikası vardı. Babam vefat ettikten sonra hepsi bana kaldı. Sonra bu fabrikaları satmaya karar verdim. Fabrikalardan birinde müdür olarak çalışan birini babam fabrikaya yüzde 30 ortak yapmış. Ben de ’yüzde 70’i’de senin olsun’dedim ve fabrikayı müdüre hediye ettim...”
Farklı, bonkör ve içten birisiyle karşı karşıyaydık. Ve böyle bir insanı daha yakından izlememe vesile olduğu için teşekkür ettim Hayri müdüre...
*
AMAN DİKKAT...
Bir kez daha kadın cinayetleri ve intiharlar
Kapitalist gelişme hızlandıkça, insan ilişkileri daha da tuhaflaşıyor. İnsanımız hızlı ve çarpık kentleşmeye ayak uydurmakta çok zorlanıyor. Kafalar karışıyor, bilinç bulanıklaşıyor. Milyonlarca insan gelecekten umudunu kesiyor. Aile kavramı çok ciddi darbeler yiyor. İnsanlar birbirine güvenmiyor, dahası insanların çoğu kendine de güvenmiyor. Ve ilkel bilinç, kapitalizmin seri saldırılarıyla daha da çarpıklaşarak hem kendini hem de başkalarını yok etmeye yöneliyor.
Geçenlerde yine değinmiştim. Ama bir kez daha şart oldu. Yöneten efendiler! Bildiğiniz gibi kadın cinayetleri başını alıp gitmiş durumda. Ve aynı derecede vahim bir şey daha var.
Ayrıldığı ya da halen birlikte olduğu eşini öldüren adamlardan önemli bir kısmı kaçıp saklanmıyor! İntihar ediyor bu adamlar! Evet, canidirler, vahşidirler, ne derseniz deyin, odurlar! Ama aynı zamanda da çaresizdir bu insanlar! Zira hayatından vazgeçmeyi kafasına koymuş bir insanın tutunacak hiçbir dalı kalmamış demektir! Lütfen düşününüz bu konularda. Çare üretmeye çalışınız. İnsanlarımız çaresiz kalmasın, ölümler, intiharlar olmasın...