Barutçu'dan 12 Eylül değerlendirmesi

Barutçu'dan 12 Eylül değerlendirmesi

Efendi Barutçu, 12 Eylül darbesiyle ilgili yazı dizisine devam etti.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı

Türkiye 1973 genel seçimlerinden sonra yeni umutlara yelken açarken tarih, sürprizlerini de daha o günden hazır tutuyordu. 1973 Temmuz’unun Kıbrıs’ında bir yıl sonrasını, mesela 1974 Temmuz’unda neler olup bitebileceğini doğru biçimde değerlendirmek tümüyle imkansızlaşıyordu.

Bu tarih önünde de körleşme sakıncasıdır.

Geniş bir ihtimaller süreci ve o süreci en ön yargısız bilinç ve sezgi boyutlarıyla algılayabilme gücü, tarihi sağlıklı biçimde kavrayabilmenin özünü oluşturur.

Türkiye insanlarının, önlerine çıkan bir sürü iç meseleyle boğuşmaktan bir türlü kurtulamayışı ve bazen bir meseleyi tam çözümleyebildiği umuduna kapılırken, bir başka meseleler yumağının altına sürüklenmesi- belki de- bir rastlantı değildir.

Dünyayı yöneten akıl, ne yaptığını bilir.

   Onun, her zaman için başka tasarıları, başka planları fazlasıyla vardır. Oysa Türkiye’nin insanları da umutlarını yitirmek şöyle dursun, sürekli yükseltmekteydiler. Geniş halk kesimleri, gelecek adına daha demokratik olanı istemekten bir an geri kalmıyorlardı.

   Gelişme sancıları çeken bir toplumda, hayat, usta bir mimarin önceden titizlikle çizdiği yapı gibi yükselmiyordu. Milli ve milletlerarası seviyelerde sayısız yönlendirme aracının acımasızca işletilebildiği, karmaşık etki ve tepki süreçlerinin birbirlerini izlediği bir ortamda, kitleler ne siyasi baskılara, ne de kendilerini ezip geçen hayatın zorluklarına katlanmak niyetindeydiler.

   1974 yazında beklenmeyen bir gelişme Kıbrıs’ta EOKAcı Sampson darbesi ve arkasından Kıbrıs Türklüğü’ne yönelen saldırılar üzerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti Londra ve Zürih antlaşmalarından doğan haklarını kullanarak 21 Temmuz 1974’de milletdaşlarını kurtarmk üzere Kıbrıs’a asker çıkarınca… tüm dünya; “ne oluyor? ‘’ diyerek adeta ayağa kalktı. Türklerin askeri güç kullanarak sınırları değitirmesine müsaade edemezlerdi.  Yoksa Türkler maazallah tarihte olduğu gibi yine fetihlere başlayabilirlerdi.

Kara, sarı ve kızıl emperyalistler, aralarındaki bütün düşmanlıkları bir tarafa bırakarak, elbirliği ile Türkiye’ye karşı askeri ve iktisadi ambargo kararı aldılar… Kıbrıs Harekatı öncesinde kasasında 7,5 milyar doları bulunan Türkiye, “Yetmiş cente muhtaç’’ hale düştü. Petrol stokları tükendiği halde petrol ve istihsal için ham veya yarı mamul maddeleri ithal edemez oldu. Fabrikalar ve traktörler çalışmadığı için, üretim yapılamadı…ancak Türkiye yine de Kıbrıs’tan çekilmedi. Uluslararası güçler bu defa Türkiye’ye düşman yerli ve yabancı bütün örgütlere lojistik destek verdi. Bir taraftan ASALA’yı diğer taraftan DEV-SOL ve DEV-YOL gibi komünist veyahut DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) gibi bölücü akımları güçlendirdi. Anarşi ve terörü azdırdı, Türk halkını hayatından bezdirdi. Türkiye yine de Kıbrıs’tan çekilmedi

   Bu arada CIA Yunanistan’da seçimleri Pasok’un kazanacağını, Pasok hükümetinin de seçim sonrasında Yunanistan’ın daha önce NATO’nun askeri kanadından ayrılmış olmasından da istifade ederek VARŞOVA Paktı’na katılacağı istihbaratını aldı… ABD yönetiminin etekleri tutuştu… daha önce Fransa’da NATO’nun askeri kanadından çekilmişti… böyle bir şey olursa NATO parçalanırdı. Üstelik ilk defa bir NATO üyesi üyelikten çekilip Varşova Paktı’na katılacaktı. ABD buna razı olamazdı. Bu yetmiyormuş gibi bir de Sovyetler Birliği Afganistan’ı işgal etti. Dünyanın damına yerleşen Rusların oradan Hint Okyanusu’na ulaşması tehlikesi belirmişti… Humeyni, şahı devirip İran’da iktidarı ele geçirdi. İslam Cumhuriyeti’ni kurdu… böylece “Yeşil Kuşak projesi’’ de çökmüş oldu. ABD dış politikası tam bir iflas durumuna gelmişti. ABD buna rıza gösteremezdi. Yunanistan’da Pasok iktidarı ele almadan, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü konusunda mevcut Yunan hükümeti buna ikna edildi. Yunanistan genel seçimler öncesinde askeri kanada geri dönecekti… ama bunun için tüm NATO üyelerinin de ikna edilmesi gerekiyordu. Çünkü her üyenin veto hakkı vardı. Herkes razı olduğu halde Türkiye buna rıza göstermedi. Türkiye haklı olarak, önce Yunanistan ile arasındaki ihtilaflı konularının; yani Kıbrıs, Fır hattı, Ege adalarının silahsızlandırılması, kıta sahanlığı ve kara suları meselelerinin halledilmesi şartını ileri sürdü.aksi durumda veto hakkını kullanacağını açıkladı. Yunanistan ise buna razı olmadı. ABD tam bir çıkmaz içinde kalmıştı “yukarısı bıyık aşağısı sakal ‘’ durumu.

   CIA’yı devreye soktu. 1 Mayıs katliamını yaptırdı. Türk hükümeti teslim olmadı. 2. Milliyetçi Cephe hükümetini devirtti.  Malatya, Maraş ve Sivas katliamlarını yaptırdı. Türkiye direnmeye devam etti, Abdi İpekçi’yi öldürttü.. CHP- Bağımsızlar koalisyonunu düşürttü… Çorum katliamını yaptırdı. MSP ve MHP’nin dışarıdan desteklediği AP hükümeti yine de geri adım atmadı.

   Sivillerden ümidi kesen ABD, bu kez askerlere yöneldi. Çok aramasına lüzum kalmadı, o zamanki TSK’nın en üst kademesinde bulunan yeteneksiz ve fakat muhteris beş general ne yazık ki, “üç günlük iktidar uğruna’’ ABD’nin isteklerine razı geldiler. ABD’nin ve CIA’nın teşvik ve tahrik ettiği ve desteklediği ve hatta zaman zaman bizzat gerçekleştirdiği anarşi ve terör eylemlerini bahane ederek, 12 Eylül 1980 günü yönetime el koydular. ABD  genelkurmay başkanı General Rogers 12 Eylül’den hemen sonra Türkiye’ye geldi, Türkiye vetosunu kaldırdı ve Yunanistan NATO’nun askeri kanadına, 16 Eylül 1980 günü döndü. Ama ABD sözünde durmamıştı…

“ABD erdi muradına, beşli cunta çıktı kerevetine’’

   Gerisi hep hikaye, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin başlıca sebeplerinden birisi Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü temin etmek, diğeri Türkiye’den Kıbrıs Barış Harekatı’nın intikamını almak ve bize göre en önemlisi de Türkiye sathında gün geçtikçe güçlenerek ülkenin geleceğinde önemli rol oynayacağı anlaşılan ülkücü-milliyetçi hareketi engelleyip, ezip yok etmekti.

  1974’te CHP-MSP koalisyonunun Anayasa Mahkemesi’nin de desteği ile 12 Mart sonrası derdest edilen ve muhtelif hapis cezalarına çarptırılan aşırı sol ve darbeci grupların cezaevlerinden salıverilmesine tekrar dönersek;  dışarı çıkan devrimci militanlar, yakalandıkları dönemden çok daha hırslı ve bağnaz hale gelmişler, cezaevlerindeki hayatlarını, ideolojik eğitimlerini tamamlamak için bir fırsat olarak kullanmışlardı. Çıkar çıkmaz, bıraktıkları yerden işe koydular. Doğrudan komünist bir düzen kurmayı hesaplayan örgütler kurdular.

   İlk adım, önceden olduğu gibi üniversiteleri işgal etmek ve kendilerinden olmayan yahut itaat etmeyenleri içeri almamak oldu. Hareket giderek mahalle ve sokaklara yayıldı. Bu eylemler, üniversiteleri Marksistlere teslim etmek istemeyen ve okumak isteyen öğrencilerin direnciyle karşılaştı. Bu gençler, kendilerini niçin güvenlik kuvvetlerinin yerine koydular? O zamanlar sağa da sola da karşı olanları en çok tekrarladıkları propaganda bu idi: “Devletin ve ordunun her kademesini sarmıştı. Halbuki o günlerin rayları, ta 27 Mayıs sonrasında döşenmişti: üniversite özerkti, çağrılmadan güvenlik kuvvetleri giremezdi; üniversitede yöneticilerin katkıları veya boyun eğmesi sonucu işgal altında olduğu için güvenlik kuvvetleri çağrılmazdı. Yani güvenlik kuvvetleri kapıdan içeri giremiyor ki, öğrencileri de soksun! Bu durumda tercih fazla değildir, ya boyun eğeceksin veya dövüşeceksin!

 

   Yüzbinlerce gencin arasında dövüşmeyi seçenlere “Ülkücüler” denildi ve sözünü ettiğimiz yıllarda yaşadılar ve öldüler. Sanmayın ki Ülkücüler sadece okula girmek için kendilerini ateşe attılar, hayır. Sadece dini ve milli mukaddesleri ile alay edilmesi yahut aşağılanması da değil, onlar bu mücadelenin bu saldırıların ardındaki güçleri çok iyi görüyor ve sonucu kestiriyorlardı. Devletin en üst kademelerindeki insanlar beynelminel komünizmin kesif propagandaları karşısında tepkisiz kalıp Marksist sloganları uyku gibi yutarken bu gençlerin algılama gücü doğuştan mı geliyordu? Bir bakıma evet; Anadolu’dan ve kirlenmemiş idraklerle geliyorlardı.

   Onları karşınıza alıp da, “bizim asıl meselemiz mücerret sosyalizm veya Marksizm değildir. Bu ideoloji bugün, tarihi Rus emperyalizminin yeni bir silahı olmuştur. Türk dünyasının hemen bütününü bu silahla pençesine düşüren Rusya şimdi de Türkiye üzerinde aynı oyunu oynamaktadır. Biz ne Amerikan imparatorluğunun ne kapitalist emperyalizmin taraftarı değiliz. Türkiye’deki servet sahiplerinin de bekçisi değiliz. Ayrıca meşru yollardan kazanılan servet ve imkanlara da düşman da değiliz. Biz Türklüğün savunucularıyız. Onun ebediyen var olmasının mücadelesini veriyoruz. Yabancılaşmadan çağdaşlaşmış, milli iradeye saygılı lekesiz ve gölgesiz bir adalet nizamını, hukukun üstünlüğünü esas alan bir devlet anlayışı ile iktisaden geri kalmışlıktan kurtulmuş, sanayileşmiş, milletlerarasında itibarlı, kalkınmış yüz milyonluk milliyetçi büyük Türkiye’ nin inşa mücadelesini veriyoruz.” dediğinizde benzeri sözleri yüreklerinin ta derinlerinde duymak o gençler için hiç de zor olmuyordu. Çünkü Anadolu’dan kıblesi doğru olarak geliyorlardı; hiçbir ilave bilgileri olmasa da, görüyor ve seçiyorlardı; bayrağına saygı duymayanları, peygamberini aşağılamaya kalkanları onlar kendiliğinden tanıyorlardı. Milli Eğitim’in kitaplarında yazıp da çocukların kişiliklerine kazandıramadıklarını, Ülkücüler bir hamlede kalp bilgisi haline getiriyorlardı ve onun için de, nice bilgin geçinenlerin göremediğini görüyor, silahlı birliklerin yıkıldığı yerde onlar ayakta kalabiliyorlardı.    

 

   Marksistler de aynı Anadolu çocuklarını, insanın doğuştan sahip olduğu o güzel adalet duygusundan yakalıyor, fakat kıblesini şaşırtıyorlardı; o kadar ki, kendi milletine, kendi devletine, kendi bayrağına karşı silahlı savaşa sokuyorlardı. Arkalarını beynelminel komünizmin geniş imkanlarına ve Marksist propagandalarının büyük birikimine yaslamış bu insanlara “cennetin” bu dünyada olmadığını anlatmak oldukça zordu.

   O yıllarda herkesin dilinde olan Soğuk Savaş sözü ise iki süper devletin liderlerinin beyanatları ve silah yarışmaları çerçevesinde anlamlandırılıyordu. Halbuki Sovyetler için gerçek Soğuk Savaş, ideolojik sempatisini kazandırdığı ülkeleri içeriden yıkmak ve sonunda dost bir hükümetin davetiyle o ülkeyi işgal etmekti.

   Sovyetlerin NATO bünyesindeki diğer ülkelerde gençlik hareketleri yahut sendikal faaliyetler seviyesinde kalan propaganda ve çabaları Türkiye’de son hedefine kadar zorlanıyordu.

O yıllarda Türk toplumu iktisadi yapısı ve gelir dağılımı itibariyle henüz oturmamış, siyasi istikrarını sürekli kılmakta zorlanan bir Orta Doğu toplumu idi; ordu da en az siviller kadar bu propagandalara açık ve yatkındı. 12 Mart 1971 hareketi (muhtırası) yakın tehlikeyi önlemişti. Gizil güç olarak var olan kuvveti geriletemedi; askerlerin içerisindeki güç ise hiçbir zaman bilinemedi. Marksist hareket silahlı eylemleri ile bu bastırışın intikamını aldı. Ayrıca propaganda faaliyetlerini o kadar artırdı ki, 12 Mart 1971 hareketini o günleri yaşayanlar nezdinde bile vatansever devrimci gençlere karşı yapılmış tek yanlı bir haksızlık olarak kabul ettirdiler.

O kadar başarılı oldular ki, günümüzün parti başkanları bile o günün vatan-bayrak tanımazlarını, haksız yere idam edilen gençlik liderleri olarak anmaya başladılar. O zaman onlara itaat edenler bugün de onlara katıldılar. Bütün bu olgular, anlayanlar ve mukaddesleri yüreğinde taşıyanlar için Ülkücülerin değerini yükseltmektedir. Sovyetler Birliği son denemesini Afganistan’da yaptı. Dost bir hükümet kuran Babrak Karmal hemen Rus birliklerini çağırdı. Rus ordusu mutadı vechile yürüdü;ancak bu sefer silahlı aşiret liderleri ile karşılaştı; bunlar zorlu bir güç oluşturmuştu ve Sovyetler de içinden çökmeye-çözülmeye başlamıştı. Sovyetler birliği Afganistan’da başarısızlığa uğradı.

 

1980’e gelirken Marksist hareketler öğretmenler ve emniyet güçleri arasında da örgütlenmişlerdi. Bir yandan da Ankara’da, Kızılay’da sokak ortasında polis vuruyorlardı. Marksistler 12 Mart dönemini çok aşan bir güce ulaşmışlardı.  Ama önce Ülkücü direnci kırmaları gerekiyordu, bunu yapamadılar.

 

Toplumda tansiyonun giderek yükselmesi, huzursuzluğun sosyal bir mahiyet almasına, ideolojik kamplaşmaların inanç çatışmalarının ön plana çıkmasına yol açtı. Sol örgütlerin taban kazanmak amacıyla bazı kritik bölgelerde yürüttüğü çalışmalar özellikle Alevi vatandaşlarımızın yoğun yaşadığı yerlerde kitlesel çatışma ortamı hazırladı. Bu gerginlik başkentin varoşlarına da yansıdı. Gecekondu bölgelerinde ağırlıklı olarak çoğu kere hemşehrilik dayanışması esaslı mülkiyet rekabetlerinden ve hakimiyet hesaplarından kaynaklanan gerilimler, husumete dönüştü, kavgalar çıktı.

 

Bu ortam çok geçmeden silahlı çatışmalara yol açtı. Alevi vatandaşlar geleneksel olarak CHP sempatizanıydı. Bölgelerde faaliyet gösteren örgüt elemanları aracılığı ile duygusal bağlantılar daha organize hale getirildi. Bu durumda kendilerini yalnız ve desteksiz gören diğer inanç kesimlerindeki yurttaşlar ise komünizm ve bölücülükle mücadeleyi varlık sebebi sayan MHP'yi kendilerine yakın buldular. Kalabalık gruplar halinde bu Parti’ye yöneldiler.

 

Böylece MHP imkânların her açıdan çok sınırlı olması sebebiyle güçlü bir propaganda ve teşkilat çalışması yapamamasına rağmen seçimde tam anlamıyla oy patlaması yapmayı başardı. MHP’nin yükselişi ileriki yıllarda da devam etti.

CHP iktidarının uygulamalarına karşı 1978’in 18 Nisan'ında Ankara Tandoğan'da düzenlenen “zam, zülüm ve işkenceyi tel’in mitingi”ne 500.000'e yakın insanın katılması, topluluğun coşku ve heyecanı, siyasi görünümün ötesinde, sosyolojik bir olaydır.

Türkiye’ ye bu dönemde, Doğu Avrupa ülkelerinden gemiler dolusu silah, mermi ve patlayıcı getirilerek dağıtıldı. Üniversiteler, bazı liseler, fabrikalar ve devlet tesisleri, silahlı militanlar tarafından işgal edildi. İzmir'de TARİŞ tesislerine asker ve polis günlerce giremedi.

Her kademedeki MHP yöneticileri, milliyetçi kuruluş mensupları, bu fikri benimseyen her meslekten aydınlar, bürokratlar, mahalli yöneticiler, siyasetçiler, sendikacılar, öğretmenler ve özellikle ülkücü gençler hedef konumundaydılar.

Devletin güvenlik güçleri, “sokaklar yürümekle aşınmaz” yahut “boykot da bir işgal de”, beyanatlarıyla vakit geçirenlerin bulacağı çözümlerle oyalanacağına, hadiselerin başında üniversiteye girip eğitim imkanını sağlayabilseydiler, ateş yayılmadan sönebilecekti.

 

Gazete sayfalarında artık hemen her gün katledilen isimlere ait resimler yer alıyor, oluk gibi kan akıyordu. 12 Eylül'den sonra yakalanan ve başlıca katliam örgütlerinden biri olan Dev-Yol istihbarat sorumlusu eski Hava Kuvvetleri Komutanı’nın oğlu Tayfun MATER, emniyetteki sorgusu sırasında, kanlı stratejilerini şöyle izah ediyordu: “Amacımız son aşamada çatışmaya girerek silahlı üstünlük sağlamaktı. Ancak bundan evvel hem derlenip toparlanmak hem de tecrübe kazanarak zemin hazırlamak amacıyla MHP’lilerle, ülkücülerle çatışmaya girmeyi planladık. Fakat, ne yaptıysak MHP’yi üstümüze çekmeyi başaramadık”. 

Gün SAZAK’ı öldürenlerden Dev-Sol militanı Sadık ÖZCAN’ın 2 nolu askeri mahkeme ifadesinde, saldırı gerekçeleri şeyler anlatılıyordu:

“Dev-Sol’un stratejisinde ilk aşama, MHP ve ülkücü kuruluşları etkisiz hale getirmektir. MHP, mevcut düzenin koruyucusu durumundadır. Mevcut düzenin yıkılmazlığını kendi ellerindeki bölgelerde halka empoze etmektedirler. Genelde MHP’li güçler, bizim önümüzdeki devrimi gerçekleştirmek için büyük engel teşkil etmektedir.

 

CHP ve sosyal demokratların nazarında ise, esas sorumlular, milliyetçiler ve ülkücülerdi. Her olayda kullanmaya alıştıkları sol diyalektik ve determinist yöntemlere göre, MHP olmazsa, ona tepki olarak oluşan sol hareketler kendiliğinden sona erer, varlık sebepleri ortadan kalkardı.

Milliyetçiliği anarşi ve terörün ideolojik zemini, MHP'yi ise bu fikirlerin çatısı olarak sayıyorlardı. Bunun sonucu olarak 1970 ila 1980 arasında, komünist militanların kurşunlarına hedef olarak can veren milliyetçi düşünceyi benimseyen 5000'e yakın insan fikirleri sebebiyle bunların nazarında daima yok sayılmıştır.

 

Devrimcilerin sloganlarına bakarak sırf Amerikan emperyalizmini protesto etmek için, özgürlük için eylem yaptıklarını söyleyenler varsa, onlar pankartlara takılmış aptal zihinlerdir. Niçin? Çünkü devrimci gençler ne istediklerini, ne yapacaklarını, imzalı bildirileri, broşürleri ve sair yayınlarıyla ortaya koyuyor, ayrıca fraksiyonlar arasındaki kavgayı da bu şekilde açıkça yapıyorlardı.

Peki bu sade tabloyu devleti yönetenler anlayamadı mı? Onlar da bölük bölüktür; kimisi anladı ama tavır almak işine gelmedi; kimisi devrimcileri arkalayarak onların sırtından iktidar umdu. Ordu mensuplarının tutumlarını açık cümlelerle şerhetmek ise ümit kırıcıdır. Eski dışişleri bakanlarından Profesör Hasan Saka’nın Türkiye’nin dış politikası ve Rusya ile ilişkilerini çok veciz bir şekilde özetlediği “Bizim siyasetimizi tarih ve coğrafyamız tayin etmiştir.” sözünü ordu komutanları hiç duymamışlar mıydı? Son 300 yılımızın tarihini hiç okumamışlar mıydı; nerelerden nereye ve kimin zoruyla geldiğimizi, göç hikayelerini hiç dinlememişler miydi? Anadolu’da tütmeyen her bacanın altındaki evde yüzyıllardır Ruslara karşı savaşırken şehit olanların acıklı hikayelerini hiç dinlememişler miydi? Strateji diye bir ders, kurs yahut bir konferansları olmadı mı? Olduysa orada boğazlardan başka ne konuşulmuştur.

Ordudaki kavrayış sakatlığından söz ettik. Ama darbe yapacağım diye gençliği ve devlet kurumlarını ikiye ayırıp kavgaya tutuşturmak, ordunun ne düşünebileceği ne de başarabileceği bir şeydir. Tartışacağımız husus yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız Soğuk Savaş gelişmelerinin ordu tarafından ne ölçüde bir darbe hazırlığı için kullanıldığıdır. Darbe lideri Kenan Evren’in de bir konuşmasında açıkça ifade ettiği gibi, zamanın olgunlaşmasını, yani biraz daha kan akmasını ve bölünmelerin keskinleşmesini bekledikleri kesindir. Bu kan akışına yer yer müdahale ettiklerini de kabul edebiliriz; toplu katliamlar gibi… Ancak bunlar hadisenin ülke çapındaki boyutları düşünüldüğünde ve Sovyet propagandası ve uygulamaları dikkate alındığında, oluşumun temel yapısını değiştirmez ve çok da fazla anlam ifade etmez. Engelleyebileceği halde bir kişinin yahut yüz kişinin kanının dökülmesini engellemeyen bir gücün manevi ve insani sorumluluğu ayrı bir konudur. Hangi ihanet merkezinin talimatıyla olduğu bizim meçhulümüz olsa da bir kısım POL-DER li polislerin ve bazı subayların Ülkücülere yönelen süikastlerde rol aldıkları açık bir gerçektir (12 Eylül sonrası Ülkücülere uygulanan insanlık dışı işkenceler hariç).

Bu iddiamızın en çarpıcı örneklerinden birisi; 30 Haziran 1979 akşamı MHP Genel Merkezi’ne yapılan ve Alper Demirci ile Ömer Yüce isimli Ülkücülerin şehadetlerine ve  12 Ülkücü’nün yaralanmasına yol açan silahlı-bombalı saldırının faillerinin THKP-C acilciler grubuna mensup POL-DER’li polislerin olmasıdır.

Şu noktaları dikkate alarak değerlendirmek gerekir. 90’lı yılların başında Sovyetler Birliği dağılmıştır; yani farklı anlayışlarda olsalar da tüm Marksistlerin Kabe’si çökmüştür. Soğuk Savaş’ın döktüğü bütün kan, yıktığı bütün toplumsal yapılar anlamsız kalmıştır. O genç insanlar hayatlarını ortaya koyarak askerlerle, ülkücü gençlerle niçin çatışmışlardır, niçin kardeş kanı dökmüşlerdir? Geriye bakıldığında bu eylemlerin hiçbir anlamı kalmamaktadır; çünkü ileriye dönük hiçbir vaatleri, umutları kalmamıştır. O günleri yaşayanların bu ürkütücü boşluğu doldurmak ihtiyaçları hiç olmazsa sorumluluklarının bir kısmından kurtulma çabaları doğaldı. O zaman “Bizi kullandılar, birbirimize kırdırdılar.” sözü ortaya çıktı ve devletin bazı kurumlarını işaret ettiler. Doğru onları kullanmışlardı; ama hala kullanan güce işaret edemiyor, ülkücülerin de bir ortaklığı olsun istiyorlardı; bu onların yükünü hafifletecekti. Ayrıca ideolojik arınma hiç de kolay olmayan bir süreçtir.

Biz ülkücülere gelince, evet çok acı çektik, Türk milleti adına bedeli bizler ödedik; ama önümüzde açılan ufku görüyoruz. Birleşmiş Milletler binasının önünde yıllarca boynu bükük ve yalnız dalgalan Türk bayrağının şimdi altı kardeş ülke bayrağı ile yedi Türk ülke bayrağı olarak  birlikte dalgalanması hafife alınmamalıdır. Bu günlere kolay gelinmemiştir. Bugün biz  yorgun olabiliriz, ama gelecek nesillere bu yolu bizler açtık. Hangi nesil çektiği acıların mükafatını bu kadar parlak almıştır?

Bizi kim kullanmış, nasıl kullanmış?

Bizi kimse kullanmadı! Bizim Türkiye’yi ve dünyayı değiştirmek gibi büyük iddialarımız vardı. Şimdi “düşman kavi, talih zebun” olsa da bu iddialarımızdan vazgeçmiş değiliz. 1970’li yıllarda Ülkücü gençlik olarak “yüz milyonluk milliyetçi büyük Türkiye” gibi bir gayenin peşindeydik. Komünistler ise Türkiye’yi Sovyetler Birliği’nin bir uydusu haline getirmek istiyorlardı. Birinci hedefleri çok değişik yollarla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ele geçirmekti. Ülkücülerin varlığını engel gördüler, var güçleri ile Ülkücülere saldırdılar. Biz de cevap verdik. Vurduk vurulduk. Son bağımsız Türk devletinin yabancı ideoloji uşaklarının eline geçmesine mani olduk. Devletimizin namusunu, milletimizin mukaddeslerini müdafaa ettik. Meydanı ezanı susturmak, bayrağı indirmek isteyenlere bırakmadık. Şimdi bu noktada sözde Ülkücü birileri “Biz kullanıldık” diyorsa bu tarihe saygısızlıktır, Türk milliyetçilerinin haklı ve şanlı mücadelesine gölge düşürmektir, şehitlerimizin hatıralarına saygısızlıktır.

Peki israrla şu soruyu soruyorlar: Anladık, 12 Eylül’den sonra devlet aşırı solu devlet düşmanı olduğu için ezdi. Sizler Ülkücüler, vatanın bütünlüğünden, milletin birliğinden, devletin bekasından yanaydınız, devlet sizi neden ezdi?

Bizce bu sualin cevabı şudur:

Eğer biz birilerinin iddia ettiği gibi sadece “Komünizmle Mücadele Derneği” konumunda kalsaydık bize hiçbir şey olmazdı. Bizim varlığımızdan sadece Sovyetler Birliği taraftarları değil; batıcılar, kapitalist emperyalistlerin yerli işbirlikçileri ve ABD muhipleri de rahatsızdı. Çünkü Anadolu’dan büyük şehirlere yüksek öğrenim için gelen on binlerce genç insan Türkiye’yi ve dünyayı sorgulamaya başlamış, milli ülküler etrafında toplanarak Türkiye’nin önce bölgesinde sonra dünyada daha güçlü bir ülke olması amacını her ne pahasına olursa olsun bir hayat gayesi haline getirmişlerdi. Ve ısrarla sadece komünist emperyalizme değil; kapitalist emperyalizm’e de karşı olduklarını yüksek sesle söylemeye başlamışlardı. Bunun için de yabancılaşmadan çağdaşlaşmak doğrultusunda Türk tarihinin derinliklerinden bu tarafa elde edilen büyük başarıların ışığında yaşanmış mağlubiyetlerden de dersler çıkararak Türk milletinin derin şuur altındaki “büyük devlet olma” özlemini kuvveden fiile çıkarmanın mücadelesi veriyorlardı.

 

  1980’lere gelindiğinde Ülkücülerin desteklediği Milliyetçi Hareket Partisi geniş kitlelerin teveccühüne mazhar olmuş, toplumun her kesiminde ve Türkiye’nin her köşesinde büyük alakalar görmeye başlamıştı. Eğer parlamenter demokratik sistem 12 Eylül 1980 darbesi ile ortadan kaldırılmayıp 1981 yılında yapılacak olan genel seçimlere gidilebilmiş olsaydı Milliyetçi Hareket Partisi TBMM’nde en kötü ihtimalle ikinci parti konumuna gelecekti. Böylece TBMM’de oluşacak yeni tabloda çok büyük ihtimalle MHP'nin güçlü bir koalisyon ortağı olması, Adalet Partisi ile hükümeti kurması söz konusuydu. İşte dış güçler bunu hazmedemiyordu. MHP'nin seçmen tabanının hızla yaygınlaşması içeride ve dışarıda bazı çevreleri ciddi şekilde tedirgin ediyor, seçimleri takiben kurulacak hükümet içinde etkili konuma gelmesinden endişe duyuyordu. 12 Eylül müdahalesinin MHP'nin iktidar yürüyüşüne öldürücü bir darbe vurduğu, yerli ve milli bir hareketi 12 Eylül zulmü ile kaynağında boğmak istedikleri inkar edilmez bir hakikattir.

Evet, Ülkücüler 12 Eylül’de büyük acılar çektiler. Evleri yıkıldı, ocakları söndü. Yedi ülkücü genç idam edildi. Binlercesi ağır işkenceler gördü, insanlık dışı muamelelere tabi tutuldular. Yandılar, kavruldular. Ama boyun eğmediler. Merhum şair Abdurrahim Karakoç’un dediği gibi

“Ben milletimin uğruna adamışım kendimi

Bir doğrunun imanı bin eğriyi düzeltir

Zulüm Azrail olsa ben Hakkı tutacağım

Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir.”

İnancı ile idam sehpalarına bile yiğitçe yürüdüler.

Bizi, Ülkücüleri tarih kullandı ve sokaktaki ülkücünün bile bir gün ulaşacağına inandığı “Türk Kızılelması” kullandı. Bundan da şikayetimiz yoktur. Eğer yeniden hayata gelecek olsak aynı mücadeleye kaldığımız yerden devam ederiz.

Kimse kendi hatalarına Ülkücüleri ortak etmesin.

 

Aradan yıllar geçip komünizmin kalesi yıkılıp devir değişmiş olsa bile bu karşıtlık bu tepki ve husumetler aynı düzeyde sürdürülmektedir. Basın ve televizyonlarda seri halinde o yıllara ait dizilerde, filmlerde, programlarda binlerce ülkücü şehitten bir isme bile yer verilmez. Sanki onlar hiç yaşamamışlardır.

Silahlı Kuvvetler’in 12 Eylül'de yönetime el koyduğuna ilişkin bildiri saat 00:04'te radyo ve televizyonlardan kamuoyuna açıklanmadan, saat 02:30'da MHP Genel Merkezi’ne baskın yapılarak özel bir operasyonun başlatılması bu ihtimali doğrulamaktadır.

Aslında aylar öncesinde, 1979'un sonlarına gelindiğinde askeri müdahalenin işaretleri netleşmeye başlamıştı. Genelkurmay Başkanı Kenan EVREN ile Kuvvet Komutanlığı, 17 Aralık 1979’da Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK ile uzun bir görüşme yaptılar ve bir mektup sundular.

Bu mektup ciddi bir uyarıydı. Ancak siyasetçilerin başka hesapları vardı. Darbenin ayak seslerine kimse kulak vermiyordu. Nisan ayında Fahri KORUTÜRK’ün görev süresi tamamlanması sonucu, Cumhurbaşkanlığı makamı boşaldı. TBMM’nde üst üste yapılan turlarda yeterli çoğunluk bir türlü sağlamıyordu. Seçimin kilitlenmiş olması ve çözüme ilişkin bir emarenin görünmemesi, siyasi krizi derinleştiriyor, ülkeyi belirsiz bir geleceğe sürüklüyor, anarşiyi tırmandırıyor, her gün ortalama 15-20 kişi kurşunlanarak can veriyordu. 

Bu konuda bir hususun altını çizmek gerekiyor. 12 Eylül'e giden yolun taşlarını döşeyen, ihtilal ortamını hazırlayan merkezler varsa bile bu durum dönemin siyasetçilerinin özellikle Demirel ve Ecevit’in sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Olayın seyrini göremeyen ideolojik bağnazlıkla siyasi hesaplardan kendini kurtaramayan, diyaloğa kapılarını peşinen kapatan, husumeti marifet sayan basiretsiz siyaset anlayışı darbenin asli failidir.

1977 seçimlerinden sonra, TBMM’nde başkanlık seçimi çıkmaza girmişken CHP'li Cahit KARAKAŞ’ın seçilmesi nasıl mümkün olabildi? Olayların endişe verici bir boyuta dönüştüğü sırada, 1978'de rahmetli Gün SAZAK'ın Ankara Belediye Başkanı CHP'li Vedat DALOKAY ile kurduğu temas Ecevit tarafından kesilmedi mi? 

 

Milliyetçi hareketin önemli taraftar desteğine sahip olduğu, siyasetin ana damarlarından birini oluşturduğunu görerek normal siyasi ilişki kurmaya yönelmek yerine, “MHP ve Ülkü Ocakları kapatılsın, Türkeş yargılansın” çığlıklarıyla ülkeyi kan gölüne çeviren sol örgütlerin dümen suyuna girmenin mantıki bir izah yapılabilir mi?

27 Mayıs 1980’de MHP Genel Başkan Yardımcısı, Gümrük ve Tekel eski Bakanı milliyetçi camianın çok sevdiği Gün SAZAK, evinin önünde Dev-Sol militanları tarafından şehit edildi. 17 Haziran'da, Genelkurmay Başkanı EVREN, Kuvvet Komutanları ve Genelkurmay İkinci Başkanı Necdet ÖZTORUN'u toplantıya çağırdı ve kod adı “Bayrak Harekatı” olan bu darbenin 15 Temmuz'da yapılması kararlaştırıldı.

Ancak 2 Temmuz'da DEMİREL hükümeti güvenoyu alınca, plan ertelendi. 28-31 Ağustos'ta, 3 Eylül’den itibaren her an hazır olunması bildirilen “Bayrak Harekâtı” özel kuryelerle komutanlara teslim edildi. 12 Eylül, saat 00:04'te, radyo ve televizyondan okunan bildiriyle Silahlı Kuvvetler’in hiyerarşik düzen içerisinde yani “emir-komuta zinciri” içerisinde yönetime el koyduğu, ülke genelinde sıkıyönetim ilan edildiği, siyasi faaliyetlerin yasaklandığı açıklanıyordu.