Türk futbol tarihinin belki de en heyecan verici transferlerinden birinin arefesindeyiz.
Neden “en heyecan vericilerinden biri” demek lazım?
Çünkü bu kez, daha “yeni tanıdığımız ve yeni yeni sevmeye başladığımız bir evladımız”, henüz 18 yaşında iken, “gurbetçi” olmak üzere.
Daha önce de pek çok genç, yaşlı, futbolunun olgun çağında, ya da çiçeği burnunda sporcumuz Avrupa takımlarına veya dünyanın başka yerlerine göç ettiler. Kimi daha çok para kazanmak, kimi burada elde ettiği başarıların üzerine biraz da dış dünyadan başarılar eklemek, kimi de “Belki de kendimi biraz daha geliştirir ve bir dünya yıldızı olurum” diye gitti.
Kimi, takımlarına büyük paralar kazandırdı giderken. Kimi, gittikten kısa bir süre sonra hayal kırıklığı yaşayıp geri döndü. Kimi gittiği yerde en az buradaki kadar büyük bir başarı yakaladı ve o ülkelerde adları hâlâ “dilden dile” konuşuluyor.
Bence, modern zamanlarda, son cümledeki tanıma uyan sadece 2 futbolcumuz var.
Hiç tartışmasız, Nihat Kahveci ve Tugay Kerimoğlu...
1987 – 1999 arasında Galatasaray’da 282 maç oynayan ve “kaderin eşsiz bir cilvesi” olarak UEFA Şampiyonluğu’nun hemen öncesinde İskoçya’ya giden Tugay, Glasgow Rangers’da 42 maç oynadı. Ama, İngiltere’deki gazetecilik yıllarımdan bizzat şahidim ki, o kulübün ve kentin tarihinde önemli ve hoş bir iz bıraktı. O kubbede “hoş bir seda” diyelim.
Ardından Galatasaray’daki eski İskoç hocası Graeme Souness’in marifetiyle geldiği Blackburn Rovers’da 233 maça çıktı ve 2001 – 2009 arasında hizmet vermiş, orada da kaptanlık pazubandını kazanması yetmiyormuş gibi kupalar kazanmış ve son maçında tribünlerin, ellerinde “Türk bayrakları ve Tugay maskeleri ile” sevinç gösterileri ile uğurlanmıştır.
Nihat Kahveci’ye gelince...
Beşiktaş’ta efsaneler arasına girdikten sonra 2002 yılında gittiği İspanya’da, Real Sociedad’ın kulüp tarihine geçen yıldızları arasına kendini yazdırmıştır. 133 maçta 58 gol atmış ve La Liga’nın en çok sözü edilen yabancıları arasında kendine haklı bir yer bulmuştur. 4 yıl Sociedad, 3 yıl da Villareal’de top koşturan Nihat da, aynı Tugay gibi, yurtdışında görev yapan “Lejyonerlerimiz” arasında haklı bir başarıya imza atmıştır.
Nihat da Tugay da İngiltere ve İspanya’da kısa da olsa teknik direktörlük ve yardımcı antrenörlük yaparak, kendilerine o alanda da önemli katkılar yaparak Türkiye’ye dönmüşlerdir.
Asla küçümsenemeyecek ve kendilerinden sonraki gençlere örnek olacak iki pırıl pırıl sporcumuzdur bunlar.
“Ötekileri” çok fazla bile konuşmaya gerek görmüyorum. Yani, Alpay’ı (Aston Villa) , Hakan’ı (Torino, Inter, Parma) , Emre’yi (İnter, Newcastle) ve Okan’ı (İnter) ve çok kısa süren Barcelona kariyeri ile Rüştü’yü kastediyorum. Sorsan, kimse o kulüplerde bile hatırlamaz pek.
Son yılların belki en çok konuşulan transferleri arasında da Cenk Tosun ve Çağlar Söyüncü’yü sayabiliriz. Cenk’in, Beşiktaş’a önemli miktarda para kazandırarak gittiği Everton’daki inişli çıkışlı kariyeri, Çağlar’ın da Leicester’daki 5 yıllık süresi sonrasında bu hafta Atletico Madrid’e transferi, yine “sözü edilebilecek” hadiseler arası girebilir.
Ama bu kez, bambaşka bir öyküden söz ediyoruz.
Arda Güler...
Türkiye Süper Ligi’nde son 1,5 yıldır sadece Fenerbahçeliler’in değil futbola gönül vermiş herkesin gözlerini ve gönüllerini fetheden bir çocuktan.
Hani “Allah bu çocuğu top oynasın ve tarihe geçsin diye yaratmış” derler ya... O kumaştan bir çocuk bu. Daha kariyerinin çok başlangıcında. Tabii ki henüz kesin bir hükme varmak için erken. Ama futbolu izleyenlerin, bu konuda yazıp çizenlerin kullandığı o meşhur “kumaş” lafı vardır ya... Şimdilik o sözcüğü bolca kullanıyoruz.
Kumaş...
Aynı tekstil aleminde olduğu gibi, o kumaştan dikilecek elbise çok önemli. Çünkü “böyle süper ve görkemli başlangıçları” çok gördü bu gözler. Umarız, bu “görkem” hiç eksik olma, bu çocuğunun adının önünden.
Benim çıplak gözle de, TV’den de izlerken hep hayran kaldığım bir stili, ayaklarının yumuşaklığı, oyun zekası, pozisyon zekası, ve yaratıcılığı var Arda’nın. Hani, rakiplerini hep merakta bırakan, hep şaşırtan, ama bir yandan da arkadaşlarının “acaba şimdi ne yapmaya çalışıyor” diye adeta oyunu bırakıp kendisini izleten o eşsiz lezzette sihirbazlığı var ya... İnsan adeta öylece bakakalıyor.
Ama bir de negatif (beni geleceği için korkutan) tarafı var ki, onu söylemeden geçemeyeceğim.
Kendisinden önceki bazı genç oyuncuların hastalığını, daha doğrusu virüsünü seziyorum bu çocuğun damarlarında.
O da şu:
Arda, yukarıda saydığım eşsiz özelliklerinin fevkalade farkında ve “Hep o kalıpta” bir performans sergilemenin derdine düşüyor. Hep “Bugüne kadar kendisinin ve dünyaya gelmiş geçmiş tüm futbolcuların yaptığı veya yapabileceği en spektaküler hareketi” yapmanın hesabında. Atılabilecek en spektaküler pası, çekilecek en spektaküler şutu, atılabilecek en spektaküler çalımı planlıyor sahada.
Tribünleri ayağa kaldırıyor tabii. Hele ki son milli maçta attığı o mükemmel gol. Ağzımızı açık bıraktı çocuk.
Ama, bu “hastalık” öyle bir şeydir ki, küçük yaştan esiri olursan, “basit oyunu” unutturuverir adama. Ya da basit oyunu küçümsettirir. Basit oyun yeteneğini köreltir. Çünkü her sporda olduğu gibi futbolda da “fundamental”i hep geliştirerek ama ondan uzaklaşmayarak başarılı olursunuz. Unuttuğunuz anda “fundamental” dediğiniz şey o ihaneti asla unutmaz. Bir gün size bedel ödetir.
Benim bu konuda aklıma geliveren en üzücü ve talihsiz örnek Oğuzhan Özyakup’tur. Yurtdışında (Hollanda, İngiltere) yetişip Beşiktaş’a gelmiş, kısa bir dönem (bence) “tarih yazmış”, kupalar da kaldırmış, ama yukarıda anlatmaya çalıştığım basit oyuna burun kıvırıp kendi kendini bitirmiştir. Hep o “hayatının ve futbol tarihinin en spektaküler ara pası ve “fake”i ya da şutu, veya çalımının peşinden koşarken, kendisine bilmeden, bu vahim kötülüğü yapmıştır.
Gelelim Arda’nın transferine...
Kimi diyor ki, “Seni yaratan (Gençlerbirliği) ve bu haliyle ortaya çıkaran (Fenerbahçe) kulüplere daha ne verdin ki gidiyorsun hemen?..”
Kimi diyor ki, “Oğlum, çık git kendini kurtar. Bu Türkiye’nin futbol jungle’ında bir şey olamazsın. Yerler seni. Ham yaparlar. Takım içinde ya da sendeki cevheri iyi kullanamayabilecek bir hocanın elinde harcanırsın bir aşamada... Yürü git. Burada Süper Lig yıldızı olacağına, Avrupa’da Şampiyonlar Ligi arenasında filan yıldız ol...”
Zor bir karar tabii ki.
Arda açısından da, ailesi açısından da Fenerbahçe açısından da...
Bir kere, belki Avrupa’da bu büyüklükte kulüplerde masalara konan paraların yanında az görünse de, ağız sulandırıcı bir para söz konusu. Hem hayatı kurtulacak, hem ailesi ihya olacak hem de Fenerbahçe’nin kasası biraz “ohh” çekecek. Dahası, Real Madrid (son haberlere bakılırsa) gibi dünya futbol tarihinin belki de gelmiş geçmiş en başarılı efsanelerinden birinin formasını giyecek. Böyle bir fırsatı kim tepebilir ki?
Neden İspanya da, İngiltere değil?
Burada biraz iki ligin karşılaştırmasını yaparsak. Aslında futbolun daha hızlı ve daha sert oynandığı Britanya’da işi daha zor olabilirdi. Arda gibi “görece daha yumuşak stildeki” bir futbolcu için. İspanya, Fransa, Almanya, Hollanda ve İtalya ligleri, Premier League ile karşılaştırılamaz.
O açıdan işi görece daha kolay olabilir. Bir de Real’in Avrupa Şampiyonlar Ligi’nin “abonesi” olduğu düşünülürse Avrupa vitrininin en önündeki sporculardan biri olabilir. Tabii ki ilk 11’de şans bulursa. Onun da garantisi yok tabii. Hem kendisine hem hocasına, (Carlo Ancelotti) hem de takımın dinamiklerine bağlı. Öyle “tak” diye takımın çakılı elemanı olmak her zaman mümkün olmayabilir.
Fenerbahçeli olsaydım üzülür müydüm? Elbette.
Kadıköy’de bu çocuğu görmek için 1,5 yıldır kim bilir kaç bin kişi koştura koştura tribünlerde yerini alıyordu. TV başındakileri milyonları da katarsan, önemli bir kayıptır ülkemiz ligi için.
Ama, Türk futbolunun böyle bir çocuğu yetiştirmiş, milli takımda da hakkıyla yararlanıyor olması, hepimiz için bir kazanımdır.
Üstüne üstlük “Real Madrid’li Arda” olarak anılması, yine hepimiz için bir gurur kaynağı olmaz mı?
Bekleyip görelim.
Bu arada hep birlikte dualarımızı yollayalım bu “mücevher çocuğa”...
Babası olaydım neler düşünürdüm?
Hiç sormayın...
Ama Santiago Bernabeu stadının protokol tribününde şöyle arkama yaslanıp o klasik bembeyaz forma ile sahaya çıkan oğlunu izleyebilmek?...
Her babaya nasip olmaz sanırım.
Benim rahmetli babacığım beni öyle göreydi... Kalbi dayanır mıydı emin değilim. Bizim mahalle maçlarındaki heyecanını bile hatırladıkça, boğazıma birşey düğümlendi şimdi.
Yolun açık olsun Arda...