Zeynep Aliye: “Romanımda da öykümde de şairim ben...”

Zeynep Aliye: “Romanımda da öykümde de şairim ben...”

Ünlü yazar Zeynep Aliye'ye, Yeniçağ'ın sorularını sorduk.

Röportaj: Mayis Alizade / Yeniçağ

Zeynep Aliye Samsun’da doğdu. Bugüne dek öykü- şiir- söyleşileri, inceleme-araştırma ve resim üstüne yazıları “Ada Öykü, Sombahar, Adam Öykü, Atika, Cumhuriyet Dergi, Cumhuriyet Kitap, Düşler Öykü, Düşler Şiir, Şehir, Edebiyat Nöbeti, ‘E’ Dergisi, Hürriyet Gösteri, Karşı Edebiyat, Mavi Ada, Milliyet Sanat, Sombahar, Sesler, Şiir-lik, Elizi Edebiyat, Akatalpa, Şiir Oku, Sincan Edebiyaz, Türk Dili dergisi, Yazarlar Dünyası, Yaşasın Edebiyat, Yeni Biçem, Varlık” başta olmak üzere hemen tüm kültür sanat dergilerimizde yayımlandı.

Yayımlanmış öykü kitapları: Yaşamak Masal Değil (1990) Gerçek Sanat Yayınları, Aliye'nin Öyküleri (1992) Cem Yayınları; Dolunay Vardı (1995) Altın Kitaplar, Diş İzleri (1998) Bilgi Yayınevi, Raylardaki Merdivenler (1998) Bilgi Yayınevi, Vahşi Kelebek (2002) Bilgi Yayınevi, Çıplak Güvercinler (2005)İskele Yayıncılık, Bekâret Boncuğu (2011) Kavis Kitap, Prinkipo Fırtına Burcunda (2014) Heyamola Yayınları;

Yayımlanmış roman: Kavşakta(2021) Cumhuriyet Kitapları

Şiir kitapları: Bir Neon Kayması (1999) Bilgi Yayınevi, Çöl Kapısı (2008) Art Shop yayınları, Fail Hem Kurban (2024) Art Shop yayınları;

İlk gençlik romanları Sırnaşık (2011) Koza Kitap, Tiki ile Sırnaşık (2013) Koza Kitap;

Söyleşi kitapları: Yüz Yüze Edebiyat (2001) Bilgi Yayınevi, Mavi Adam: Attilâ İlhan'la Söyleşiler (2001) Bilgi Yayınevi;

Ressam Neriman Oyman biyografisi (2008) Bilim Sanat Yayınları

Bir süre Bilgi Yayınevi İstanbul sorumluluğunu yürüten yazar, Yazarlar Dünyası, Yaşasın Edebiyat dergisi ve Türk Dili Dergisi yayın kurullarında yer almış; ‘Türkiye Yazarlar Sendikası genel sekreterliği’, PEN Yazarlar Derneği genel sekreterliği ‘BESAM (Bilim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) kurucu üyeliği ve başkan yardımcılığı, Özerk Sanat Konseyi Yönetim Kurulu üyeliği yapmıştır.

Bugüne dek Yunus Nadi, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Haldun Taner, Art Contest öykü ödülleri; yanı sıra Eskişehir Sanat Derneği Onur Ödülü, İsmet Kemal Karadayı Onur Ödülü, Özkan Mert Edebiyat Onur Ödülüne layık görülen Zeynep Aliye, BESAM VE PEN YAZARLAR DERNEĞİ adına Yaratıcı Yazın Dersleri vermiştir ve yaşamını 2005 yılından bu yana Büyükada’da sürdürmektedir.

Yeniçağ: Nobel ödüllü ABD’li yazar Faulkner, ‘Ben edebiyatçı değil çiftçiyim’ der ve bu sözünden asla geri adım atmazdı. Siz kendinizi nasıl görüyorsunuz? Edebiyat insanı mı, yoksa?

Zeynep Aliye: Başta değerli okurlarınıza ve size merhaba diyeyim. Faulkner, hayran olduğum ve bir bağlamda Amerikan Edebiyatının yüz akı bir yazar. Hatta bu kadar iyi bir yazarın Amerikan Edebiyatı’nın bir parçası olmasına da şaşırdığımı söyleyebilirim. ‘Ben bir çiftçiyim, edebiyatçı değil’ sözünü Faulkner’in söylediğini bilmiyordum ama bunun her gerçek edebiyatçı için geçerli olduğunu düşünüyorum. İlk söyleyenin kim olduğunun önemi yok zaten. Homeros mu, Yaşar Kemal mi, Fakir Baykurt mu bilemem; ne var ki son söyleyecek kişinin de Faulkner olmayacağı kesin.

Peki ben hangisiyim: Çiftçi mi, terzi mi, bahçıvan mı, madenci mi, arkeolog mu? Unutmamalıyız ki edebiyatçı olarak yaptığımız iş öncelikle üretimdir. Son dönemlere kadar da edebiyat yapıtları ürün olarak nitelendirilmez miydi? Yaptığım üretim hangi branşa dahil edilirse edilsin, ben bahsi geçenlerden hangisi olursam olayım, hiçbir zaman son çizgiyi çekmeyeceği son fırçayı vurmayacağı bir resmi, son notalarını koyamadığı bir senfoniyi, son çekiç darbesini asla indiremeyeceği bir yontuyu, hiç bitmeyecek bir şiiri-öyküyü gerçekleştiren kişiyim; tek bildiğim bu.

Çocukluğumda resme meraklıydım; daha doğrusu evin bir köşesinde kendi başıma kimseyi de rahatsız etmeden yaptığım bir şeydi kara kalem ya da suluboya resimler. Süreç içinde (Hayat Mecmuasının modaevi sayfasında boy gösteren mankenlerden esinlenmiş olabilirim) genç kız resimleri çizmeye başladım. Karton kağıtlara çıplak olarak çizdikten sonra keserek çıkardığım resimlerime defterime çizip boyadığım kağıt elbiseleri giydiriyor, aksesuarlarını takıyor ve hayata bırakıyordum. Bir dolu modelim olmuştu böylece. Sonra yaz tatilinde oyalanmam için gönderildiğim terzinin yanında dikişin ayrıntılarının çokluğunu keşfettim. Çizdiğim resimler gibi değil çok daha giriftti. Her kumaş; her giysi ve model için uygun olamazdı. Ayrıca kumaşa uygun renk, cins ve kalınlıktaki ipliği, en uyumlu astarlığı, en uygun fermuarı, onun için gerekli ipliği, iğnenin incelik kalınlığını, hatta kesimde tercih edilecek makası; vatkaydı, telaydı, ekstrafordu, görülmeyecek ama ortaya çıkacak üretimin mükemmel olmasına katkı sağlayacak her tür malzemeyi; giyecek olanın kişiliğini, ruhsal fiziksel özelliklerini, kumaşın renk ve seçilen modelin o kişiliğe ve bedene uygun olup olmadığını, giyeceği ortamı, ortamdaki havayı, giyilecek mekanı, zaman parçacığını, iyi taşıyıp taşıyamayacağını, kişinin makyaj tasarımını, saç modelini, hangi aksesuarların, hangi ayakkabı veya botların, çizmelerin giysiyle uyumlu olduğunu; daha onlarca onlarca ayrıntıyı bilmem gerekiyordu.

Faulkner’in sözünü ettiği çiftçi olmak meselesi de bir bakıma terzilik gibi. Herhangi bir bitki; örneğin Avokado dikeceğim dersiniz ama nasıl bir toprak olacak, nasıl bir gübre kullanacaksınız, hangi derinlikte kazılması gerek, hangi mevsim dikime uygundur, hangi minerallere daha fazla ihtiyacı vardır, hangi iklim yetişmesine uygundur, hangi yöne dikmeniz gerekir, rüzgarı ne taraftan almalı, güneşle arası nasıldır, gölgeyi mi sever, yalnızlıktan mı hoşlanır, kalabalıktan mı, yakınında nelerin yetişmesine izin verir ya da vermez, suyla arası nasıldır, hangi aralıklarla ve yöntemlerle sulamalısınız? Bunları gözetmeden dikerseniz kuruyabilir. Kurumasa da meyve vermez. Verse de verim düşük olur. Ya da şanslıysanız hiçbiri olmaz ama üç yıl geçmeden bir sabah kalkarsınız ki avokadonuz kurumuş. Yazık oldu bizim avokadoya demeyeceksiniz. Bilmediğiniz şey, avokadonun asla bir başına kalmaktan hoşlanmadığı, karşısında onu görecek bir başka avokadoya ihtiyaç duyduğudur. Burada avokado yetişmiyor dersiniz. Cinsi kötüymüş, iklim uygun değilmiş, bin türlü bahane bulursunuz. Oysa bu, Türkçeyle edebiyat yapılmıyor gibi yetersizlerin sığındığı bir gerekçedir yalnızca.

İyi bir yapıt için sonsuz ayrıntının farkında olmak gerekir. Edebiyat tarihtir, coğrafyadır, sosyolojidir, mantıktır, felsefedir, psikolojidir, teknolojidir, siyasettir, arkeolojidir, antropolojidir… Ama öncelikle toplumu ve geçmişteki edebiyatı iyi tanımayı, yanı sıra da sağlam bir anlatım diline sahip olmayı gereksinir. İyi bir yazarın özgün bir anlatım dili yani üslubu olmalıdır Bu bence çok önemli . Yazdığınız metni okuyan, bunun sizin kaleminden çıktığını anlamalıdır. İşte bu farkındalığı yaratmak da sağlam bir yazı diliyle mümkün olur. Hangi yaşa hitap ettiğinizi, hangi kesime hitap ettiğinizi bileceksiniz. Çocuk yazınıyla yetişkin yazınını ayıran kalın çizgidir bu. Usta yazar, ele aldığı her konuyu anlatım dilini ustaca evirip çevirerek işleyebilir, işlemelidir Her yapıtında başka bir anlatım biçimi kullanan, birinde olaya ötekinde duruma ağırlık veren yazarlar bana göre çakma yazarlardır ve günümüz edebiyatında sayılarının çok olduğunu söyleyebilirim. Yazar yarattığı tüm karakterlere, toplum katmanlarına eşit mesafede olmalıdır. Evrensel değerleri baz alarak yazar ama tüm kahramanlarına eşit yakınlık gösterir. Asla fanatik bir taraftar değildir. Faulkner, Dostoyevski, Tolstoy, Shakespear, Yaşar Kemal bütün bunları başardıkları için evrensel yazar olarak kabul edilirler.

Bir yapıt konusu, iletisi, anlatım dili, kurgusu, hikaye örgüsü, karakterleri, dekoru, mekanı, diyaloglarıyla işlendiği dönemi, bulunduğu çevreyi aktarabilmelidir. Toplumun ve dönemin tanığıdır çünkü; yansıttığı da o toplumun tarihidir, coğrafyasıdır, şiiridir, müziğidir, ahlakıdır, ekonomisidir, iklim koşullarıdır, psikolojisi sosyolojisi felsefesidir. Çok uzun, karmaşık, girift bir yapıdan söz ediyoruz. Tıpkı bitki ekimindeki gibi; tüm ayrıntıları, ayrıntıların ayrıntısını; dünden bugüne ve geleceğe yönelik bir vizyonla görüp planlayarak anlatmaktır yazmak. Bunu derinliksiz, katmansız, sığ, basit, sıradan, yüzeysel ezber anlatımlarla yapmaya kalkarsanız karton karakterler, belirsiz zamanlar, mekânsız anlatılar çıkar ortaya tıpkı bugünkü edebiyatta olduğu gibi. Benim nazarımda bunu yapanlar edebiyatın yok edicileridir. Edebiyat sanat disiplinlerinin şahı olduğu için de onun zayıflaması tüm sanatsal alanların güçten düşmesi anlamına gelir. Günümüzde hangi şarkılar hit olmuş bilen var mı? Üç gün listenin en üstünde yer alan parçaların dördüncü gün unutulup gitmesinin anlamı yok mu? Ama gerçek sanat eseri ölümsüzdür. Kimse okumasa da yaşamını sürdürür o. Dante’nin İlahi Komedyası gibi, Homeros Faulkner gibi. Ayı’yı veya Ses ve Öfke’yi yazmasının üstünden onlarca yıl geçmiş olmasının önemi yok. Bu yapıtlar yaşamaktadır. Yalnızca okundukları için değil. Okuru yakalayabildikleri, her okumada yeniden yorumlanabildikleri, yeniden var olabildikleri için.

Bir iki dönem ben de çok satanlar listesine girmiştim. Çok okunur olmak ilk başlarda gururlandırmıştı; hoş bir duygu haliydi. Birkaç listenin ilk üç sırasında yer almak gerçekten de mutlu ediyor insanı. Ama o beğenilme arzusu gerilerde kaldı. Benim için artık önemli tek şey var; yazdıklarımı sevmem ve kalıcı olduklarını bilmem. Faulkner ne yazık ki hâlâ çok az okunuyor. Dostoyevski, kendisini özellikle sevmesi gereken genç kuşak tarafından adeta nefret edilen bir yazara dönüşüyor. Fazla derin, fazla ayrıntıcı, fazla ağır buluyorlar. Hız çağındayız. Gösteri devam etmeli, sahne sürekli değişmeli, renkler canlı, coşkulu olmalı. Siyah beyaza ki hayatın gerçeğidir o, kimsenin tahammülü yok.

Düşününce, kendim için de bir çiftçi, terzi, bahçıvan, belki marangoz yada heykeltıraş gibiyim benzetmesinde bulunmam çok yanlış olmaz. Edebiyatçıyım tabiri gerçekten tuhaf geliyor kulağa. Edebiyatla iştigal ediyorum, der gibi bir şey. Ticaretle iştigal edebilirsiniz ama edebiyat farklı. Bütün dünyayı, insanlık tarihini, geleceğimizi, var olan her şeyi işlenecek malzeme yani ahşap, yani kumaş, yani toprak gibi görüyorum. Bahçıvansınız, çiftçisiniz, öğretmensiniz, yazarsınız; esas olan elinizdeki malzemeyle ona en uygun işlemi gerçekleştirmek.

Yeniçağ: Yazmadan yaşayamam, diyerek mi yerinizin edebiyatta olduğuna kanaat getirdiniz yoksa yaza yaza mı edebiyat sizi daha çok çekti içine?

Zeynep Aliye: Güneşin batışından esinlenerek bir roman yazmaya kalkıştığımda, ilkokul beşinci sınıftaydım.. Okuma konusunda baştan beri adeta bir doyumsuzluk yaşadığımı söylemeliyim. Sınıf kitaplığındaki tüm kitapları bitirmiş, öteki sınıfların kitaplıklarını hatmetmeye başlamıştım. Zaten o dönemden başlayarak lise sona kadar sınıfın kitaplık kolu bendim. İlk aidiyet hissidir benim için. Bir yere, bir şeylere ait olma duygusunu bana yaşatan kolumdaki, KK pazıbandıydı. Onu taşımaktan duyduğum gururlu mutluluğun tarifi yok.

Tabii ki öyküye geçmem aşamalarla oldu. Ortaokulda günce tutmaya ve şiir yazmaya başlamıştım. Aynı dönem Şehir Kütüphanesine üye oldum. İlk okuduğum roman üç ciltlik Sefiller’di. Fransız edebiyatı, arkasında Rus edebiyatı; dünyam allak bullak olmuştu. Tabii bu arada şiirler yazmaya ve günce tutmaya devam ediyordum. Evde kitap da yoktu, kitap okuyan da. Okunan tek şey babama gelen resmi antetli mektuplar, abone olduğumuz yerel bir gazetedeki ihale ilanları ve her gün babamın gelirken getirdiği Tercüman ya da Son Havadis gazeteleriydi. Kütüphaneden aldığım kitaplar yadırganıyor ve okuma eylemim engelleniyordu. Bu yüzden de gece herkes uyuduktan sonra kalkıp okumaya başlıyordum. Yazdıklarım da aynı biçimde dip bucak saklanması gerekli devlet sırrı belgelerdi sanki. Böylesi engellenmeler, evlendiğimde eşim tarafından sürdürüldü. Anlayacağınız içten gelen bir tepiydi yazmak. Kendimi ifade etme arzusu demeyeyim, sanrım kendimle birlikte çevremi, hatta dünyayı değiştirme arzusuydu bendeki. Ve görünen o ki yazmak, son nefesime kadar ve artarak sürecek olan bir görev, bir ihtiyaç benim için.

Yeniçağ: Peki ya edebiyatın günümüz dünyası ve özelde ülkemiz için bir ihtiyaç olduğunu söyleyebilir misiniz?

Zeynep Aliye:Önemli bir noktaya değindiniz sevgili Mayis Alizade. Bir süredir sosyal medyada edebiyat dünyamızdan hemen her kalemin görüş bildirdiği bir soru dolaşıyor: Türk edebiyatı mı yoksa Türkçe edebiyat mı? Tartışmanın siz de farkındasınızdır belki. Bence bu tartışma konusu sizin sorunuza başlı başına bir cevap oluşturuyor. Bu konunun günlerdir konuşulması bile acı, incitici, onur kırıcı geliyor bana. Türkçe edebiyat ne demek? Bu ülkenin edebiyatını tüm geçmişinden soyutlamak, hatta dünya edebiyatı saflarından silmek, belki de ay’ı kırpıp kırpıp yıldız yapmak deyişindeki gibi içinden on ayrı ulus edebiyatı çıkarma çabası değilse nedir bu konuyu tartışma gündemine oturtan, anlayamıyorum. Hala bunu tartışıyorsak yazıklar olsun bize. Bir ülke edebiyatı yalnızca dil değildir ki; yaşanılan toplumdur, gelenek görenekleridir, o toplumun tarihi, coğrafyası, sosyo ekonomik yapısıdır. Aslına bakılırsa günümüz Türk Edebiyatının temel sorunu bu: Kendi olmamak, kendini yazmamak, herhangi bir batı ülkesinde ve belirsiz bir zamanda, geçiyormuş hissi uyandıran, bu toplumun derdini, hayallerini, beklentilerini, toplumsal gerçeklerini yansıtmayan, onlara vurgu yapmayan bir edebiyat anlayışıyla toplumu kimliksizleştirmek… Ne yazık ki bu bakış açısı, bir salgın halinde pek çok yazarı etkisine almış durumda. Türk edebiyatı değil, Türkçe edebiyat diyenlerin anlayışıdır bu. Edebiyat içinden çıktığı toplumun aynasıdır, onu yansıtır; ille yol gösterecek, örnek karakterler yaratacak gibi bir savı asla ileri sürmüyorum. Ama anti-karakterlerden oluşsa da, bu toplumla, dönemle ilgili özellikler, işaretler, göndermeler bulundurmak zorunda. Edebiyat insanını, toplumunu yansıtandır; aslında sanat budur, bu olmalıdır.

Yeniçağ: Öyleyse nereden çıkıyor bu yapay gündem oluşturma çabaları veya daha açık sorayım: neye, kime hizmet ediyor?

Zeynep Aliye: Her şeyin metalaştığı, çeldiricilerin tüm alanları kuşattığı bir sınav döneminden geçiyor ülkemiz ve geri kalmış toplumların hemen tamamı. Fransızlar kendi dillerine ve Fransız Edebiyatına asla söz söyletmez. Keza İngilizler, Ruslar, Çinliler, Japonlar; hatta geçmişi olmayan Amerikalılar bile böyledir. Amerikalı, Amerikan Edebiyatına sıkı sıkı sarılır, onu gurur kaynağı olarak görür. Ama bizim gibi kültür emperyalizminin kuşatması altındaki toplumlar ve onun kimi sanatçıları, DNA’larıyla oynadıklarının farkında bile olmadan, böyle spotların, Haschtaglerin peşinden koşarlar.

Bu bağlamda Türk Edebiyata yönelik ilgisini sürdüren, onu korumaya çalışan okurları yürekten kutluyorum. Edebiyat yalnızca, kültür ve sanat dünyamızın en önemli disiplini değil düşün dünyamızın da direğidir. İnsan anadiliyle düşünür ve yazar. Ortaya çıkan yapıt da bu toplumun yansısıdır. Türk edebiyatını evrensel kültürün başyapıtlarından biri olarak ileriye taşımayı adeta yaşam amacı edinmiş bir yazar olarak görüyorum kendimi.

İnsanlık tarihi insanın kendini aşma, mükemmelleştirme çabalarının tarihi mi yoksa katliamların, yakıp yıkmaların, kesip biçmelerin tarihi mi bir şey söylemek zor. Ama 19. Yüzyıla hatta 20 yüzyıl başlarına dek sanatsal disiplinlerde önemli işler yapıldığını inkar edemeyiz. Resim, müzik, edebiyat, heykel, tiyatro; bütün disiplinler ilkçağlardan 19. Yüzyıl sonlarına yaşanan bilim, sanat, kültür alanlarındaki inanılmaz gelişmelere ve değişime bağlı olarak yukarı doğru bir gelişme grafiği çizdi.

Keza ‘Bilgi çağı ya da dijital çağ’ olarak adlandırılan 21. Yüzyıl, teknolojik yenilikleri insanlığın hizmetine sunmakla kalmayıp, farklı disiplinlerde yeni bilimsel yöntemlerin gelişmesine olanak sağladı. Kültür tarihi ile ilgili yapılan belgeleme ve analiz çalışmalarında bilgi çağının teknolojik imkânlarından alabildiğine yararlanılarak geçmişin karanlığında kalmış pek çok veriye kolayca ulaşılabildi. Ne var ki aynı zamanda insanlığın ortak malı olan kültür varlıkları tarihin en acı kıyımını yine bu çağda yaşadı, yaşıyor. Dolayısıyla bir yandan 21. yüzyılın sunduğu teknoloji fırsatlarından bahsederken öte yandan eşi benzeri olmayan kültür varlıklarının yok edilmesinden söz etmek insanlığın büyük bir çelişkisi olsa gerek. Soyut somut kültür varlıklarının talanı derken insanın bin yıllar içindeki tüm kazanımlarından söz ediyorum. Bir profesörün ortaya çıkıp hiç kitap okumadım, demekle övünmesi, bir başka yazarın çıkıp ülkemizin en önemli kalemlerinden birisi için o da kim oluyormuş demesi, yada birilerinin heykel puttur diye onu kırmaya kalkması gerçekten acıklı bir durum. Adı iletişim çağı olan ama duygusal iletişimsizliğin hakimiyetindeki; adı Bilim teknoloji çağı olan ancak pek çok insanın hayatını bilimsel doğrularla değil hurafeler ve batıl inançlarla yönettiği bir çağ nasıl bir çelişkidir?

Yeniçağ: Sizce nereye gidiyor bu insanlık?

Zeynep Aliye:İnsanlığın sonunu değilse de insani değerlerin, insana ait çoğu özelliğin sonunu getirebilecek bir dönemdeyiz. Sanat, bilim; ekonomik yapıyı belirleyen değil, ekonomik yapının belirlediği en önemli üst yapı kurumlarıdır. Ekonomik işleyişinin birkaç aile tarafından belirlendiği bu dünyada sanat alanlarının da onların çıkarına yürütülmesi de son derece doğal. Teslim alındı sanat ve bilim. İlk teslimiyetse plastik sanatlar alanında gerçekleşti. Lokomotifi plastik sanatlar olan çünkü en büyük paranın döndüğü piyasadır o bir sanat ortamında, Ultra post bir anlayış mağara resimlerinden başlayarak Ortaçağ, Yeniçağ, Yakınçağda değişip gelişen resim ve heykel sanatını, bütün kazanımlarından yoksun bıraktı. Çok acıklı bir durum bu. Kavramsal Sanat adı altında ne olduğu belirsiz bir anlayış salgın hızıyla yayıldı diğer alanlara. Edebiyatta da ülkemizde özellikle 80’li yıllarda yaygınlaşmaya başlayan post modern edebiyatla gerçeklerden ve sanatın tüm kriterlerinden uzaklaşmaya başladı. Sözü uzattım sanırım. Ama zor günlere geldik dayandık.

Yeniçağ: Türkiye’de öykücü- romancı olmanın ne gibi mahzurları var? Artıları da mevcut mu acaba?

Zeynep Aliye:Türkiye’de edebiyatla uğraşan insan değersiz biriymiş gibi görülmeyi daha baştan kabul etmek zorunda. Çünkü para en büyük değer olarak görülüyor. Herkesin hedefi nasıl olduğu fark etmez, daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak. İnsanlar için gittiğiniz yol, bunu nasıl aştığınız filan değil sonuçta ne kadar kazandığınız önemli. Gerçek sanat, sanat simsarları tarafından onanmadığı için para getirmiyor, aynı nedenle de burun kıvrılarak karşılanıyor. Faulkner bile ülkesinde yaptığı tiraj itibariyle diplerde sürünen bir yazar. Yapacağınız iyi işlerle değil, anlamsız, mesajı hiçlik olan, tuhaf, insanı rencide eden işlerle dikkat çekebiliyorsunuz yalnızca. Bir sanat galerisinde mikrofona geçilip atılan bir çığlık sizi bir anda önemli bir sanatçı konumuna getirebiliyor. Ya da plastikten yapılmış besili bir inek heykeli sanat eseri olarak görülüp onlarca yorum alabiliyor. Anlamlı, emek verilmiş işlerin artık piyasa değeri yok. Bunu sürdürmekte direnirseniz de ciddiye alınmayacağınızı bilmelisiniz. Ya dudak bükülerek karşılanırsınız, ya ‘ ben de yazdım bir zamanlar’, ya da ‘bunlar demode, bayat işler’ benzeri cevaplarla ya da duymazdan görmezden gelinerek sürekli görmezden gelinmek kadar acıtıcı başka bir şey yok. Görmezden gelinmek; yok sayılmak… Takdir edilmekten söz etmiyorum, birileri okusun ve ne hissettiğini söylesin ister yazan kişi. İşin Yayınevleri ayağında durum son derece net: Yayınevi, çok okunacak yazarı yayımlamak ister.

Kendi adıma yazma konusunda kaygım yok. Karadenizliyim, bugüne dek kendi başıma sürdürdüm mücadelemi. Aksi halde yazmayı sürdüremezdim. Kimseden, hiçbir kurumdan en ufak beklentim olmadı bugüne dek.. Kitaplarım yayımlanması bile umurumda değil. Yazmak, hayatım demek. Tek isteğim bunu sürdürebilmek. Diyorum ki ben bu topraklara karşı görevimi aynı zamanda kendimi de mutlu ederek yaptım, yapıyorum, huzurluyum. Yazdıklarım beni mutlu etmese yazar mıyım; hayır. Ne var ki yapıtımı yayınlandıktan sonra elime almak hala ürkütüyor. Zaten kitabımın yayımlanmasından kısa zaman sonra masa başına yeniden oturmama sebep olan da bu duygu.

Yeniçağ: Rus edebiyatı 1840’lardan itibaren dergi sayfalarındaki tartışmalarla Dotoyevskileri, Puşkinleri, Turgenyevleri, Tolstoyları yetiştirdi. Türkiye’de edebiyat dergiciliğinin dünü ve bugününe ilişkin neler söylemek isterdiniz?

Zeynep Aliye: Dergiler edebiyatın kan damarlarıdır. Hem devralınan edebiyat mirasına sahip çıkmayı, hem günümüz edebiyatını enerjik tutmayı hem de geleceğe hazırlanmamızı sağlarlar. Kimi dönemlerde çok büyük bir dinamizm göstermiş, kimi dönemse ağırlıklı olarak politik nedenlerle sesi kısılmış, zayıflamış ama sonuçta edebiyat dünyamızın baş aktörlerinden biri olarak varlığını sürdürmüştür. Çünkü edebiyatın ve edebiyatçının sesidir, soluğudur onlar. Bazen gürül gürül akar, bazen yatağı kurumaya yüz tutar ama varlığını öyle böyle sürdürür. Servet-i Fünun’dan Genç Kalemler’e Dergâh’a, Resimli Ay’dan, Yeni Ufuklar’a, Seçilmiş Hikayeler’e; Kaynak, Yaprak, Mavi’ye; Marko Paşa’dan Merhum Paşa’ya; Halkın Dostları’ndan, Aydede, Varlık, Büyük Doğu, Çınaraltı, Güneş, Militan, Sanat Emeği’ne; Yazko’dan Adam Sanat ve daha adını sayamadığımız ama edebiyat tarihimizde onurlu yerlerini almış dergilere bugünkü edebiyatın var edicileri olarak bakabiliriz. Yazar, şair ve eleştirmenlerimiz onlar sayesinde, onlar vasıtasıyla seslerini duyurmuş, tavırlarını ortaya koymuş, manifestolarıyla edebiyata ve sanata yön vermiş; değiştirmek istediklerini haykırmışlardır. Bu dinamizm sayesinde de yüzyıllarca ihmal edilmiş Türkçemiz, edebiyatımız kendini bulmuş ve diğer ülke edebiyatlarıyla boy ölçüşebilecek güce ve cesarete kavuşmuştur.

Yazarın yazdıklarını paylaşarak ‘ben varım, ben buyum’ diyebilmesi için, okurunsa çağdaş edebiyatı en son ürünleriyle izleyip değerlendirebilmesi için edebiyat dergilerine büyük ihtiyaç var. Ne var ki, özellikle son yirmi yıldır dergi ve kitap yayıncılığının dolayısıyla edebiyatın büyük kan kaybına girdiğini görüyoruz. Yalnızca iktidarın yayın dünyasını yok etmek politikası değil, en kısa zamanda en fazla kar edinme hedefiyle hareket eden, yatırımının karşılığının katıyla ve kısa zamanda almak isteyen açgözlü ve tabiri caizse cahil büyük sermayenin yayın piyasasına hakim olmasıyla, yayıncı ve yazarın hatta kitabın yabancılaştığını üzülerek söyleyebilirim. Geçmiş edebiyat ve sanatımızdan bihaber, vizyonsuz, burjuva kültürünü dahi içselleştirememiş bir sermaye piyasasında kitap, para kazandıracak bir meta olmayı başaramıyorsa ne işe yarar ki? Sonuçta piyasanın; ideolojilerini az gelişmiş toplumlara enjekte amacıyla kullanan yabancı sermaye tarafından ele geçirmesi kaçınılmaz olur; şekil A’da görüldüğü gibi; yabancı yayınevlerinin de desteğiyle çeviri edebiyat baş tacı edilir. Kâr hırsı, yapıtın edebiyat değeri taşıyıp taşımaması yada toplumun zihin haritasını nasıl şekillendirdiği gibi sorulara karşı körleştirir insanları. Dergiler onların gözünde zaten uğraşılmaya değmez ufak işlerdir. Milliyet dergiler grubu bünyesinde yayımlanan ve neredeyse yayımlanma süresince yönetim kadrosunda yer aldığım ama büyük reklamlar ve pahalı ilanlar alamadığı için kapısına kilit vurulan Yaşasın Edebiyat dergisinin kapısına kilit vurulduğuna bizzat tanık oldum. Üstelik Milliyet Dergi grubunun yayımladığı onlarca dergi arasında tek edebiyat dergisiydi Yaşasın Edebiyat.

Üretime, günlük getirisi açısından bakan bir sermaye grubumuz var. Oysa eğitim de edebiyat da, sağlık da uzun vadede kâra geçirecek, sonuç alınabilecek alanlardır. Bir ürüne günlük bakılıyor, geleceği kısa vadeli karlarla belirleniyorsa o ülke edebiyatının tükenmesi hatta çürümesi kaçınılmazdır. Ama ‘Ya edebiyatın çıkarları, onun geleceği ne olacak? Edebiyatımız nasıl, neyle beslenip yaşayacak soruları uzun vadeli olduklarından kimse ilgilenmez.

Dergiler birer canlı organizma olarak korunup kollanmak zorunda. Abonelikleri artırmalıyız. Bunu yapmaksa öncelikle edebiyatçıların görevi. Yoksa gün gelir, kitabım niye okunmuyor, niye satmıyor sorularını soracak kimse kalmaz ortada.

Tabii bir de çevirmenlerin sorunları var. Bu anlamda ortalıkta tam bir karmaşa yaşanıyor. Bir dönem çocuk kitabı çevrisi yapmam için gelen teklife, yazılarıma ağırlık verdiğimi, çeviri için zamanımın çok az olduğunu söylediğimde aldığım cevabı unutamam. ‘Fazla ayrıntıya girmeye gerek yok’ demişti teklifi getiren arkadaş. Kitap zaten bir iki yayınevi tarafından çevrilmişti ve çeviriler piyasada vardı. İstedikleri şey, kendi yayın listelerinde de bu kitabın da yer almasıydı. Çevirilerden yararlanarak, bazı sözcük ve cümleleri değiştirerek ortaya yeni bir çeviri gibi sunabilmemdi. Hepsi bu… Dehşete düştüğümü hatırlıyorum. Gerçi çevirmenlere ödenen telif de o kadar düşük ki hiç kimse böyle bir çeviriyi bu ücretle yapmaz da, yapamaz da.

Yeniçağ: Ve nihayet kendinizi tanıtmanızı rica edebilir miyiz? Kim bu çağdaş Türk öykücülüğünün ve romancılığının usta kalemi Zeynep Aliye?

Zeynep Aliye: Şiirle kopmaz bağımı unuttunuz mu? Ben şairim, hatta öncelikle şairim. Son şiir kitabım da yeni yayımlandı: Fail Hem Kurban. Romanımda da öykümde de şairim ben. Yazıdan önce şiir vardı çünkü; yani ritm, müzik, kurgu, iç uyum, mimari denge vardı. Düzyazı onun süreç içinde günlük yaşam dilinde tezahürü oldu. Ama şiirsiz bir yazının aslına ihanet olduğuna ve yazılsa da ortaya iyi bir şey çıkmayacağına inanıyorum. Ama az önce sözünü ettiğimiz tüm yozlaşmalar şiirde de görülüyor. Şiir dönüştü, özüne yabancılaştı. Bir duygunun birinci elden ortaya konması değildir ki şiir. Taşın özüdür o, dalga değil dalganın itici gücünde gizlidir. Ama konuşur gibi yazmak içtenlik sayılıyor. Oysa hiçbir şey göründüğü gibi, göründüğü kadar değildir. Resimdeki şiir de, müzikteki şiir de, edebiyattaki şiir de insanın robotlaştırılmaya çalışıldığı bir dünya için tehditti, itibardan düşürülmeli, DNA’larıyla oynanmalı, dışlanmalı, hatta reddedilmeliydi. Uzun süren bir operasyonla bu neredeyse gerçekleştirildi. Ben şiir zaptiyeliğine karşıyım. Yalnızca insan yanımı koruma adına sarılıyorum şiire. Düz mantıkla bakılan yerde aranırsa bulunamaz, diyorum. Şiir matematiktir ama felsefedir, psikolojidir de. O yüzden ‘Seni ölümüne seviyorum ‘ der gibi basit, görünür, vasat bir anlatıma alet edilemez.. Ulaşılmak ister, gizinin çözülmesini bekler. Halka inmek gerek, halka inmek gerek diyenlere sormalı: Peki neden hâlâ kimse okumuyor? Çünkü basitlik, kolaylık değil gizemli olmak çeker insanı. Doğamızda var araştırıcılık, analiz sentez merakı. Ama ezber hayatlara hapsolduk ve körelttik bu yanımızı. Her şey elimize hazır veriliyor çünkü.

Usta kalem olarak görmüyorum kendimi, asla. Yalnızca bir önceki yaptığımı beğenmeyerek yoluma devam ediyorum. Yazmak benim için mutluluk diyemem, vazgeçilmezim demek daha doğru. Hayatıma anlam ve değer kazandırdığı için de en iyi biçimde, yapmaya çalışıyorum.