Zehirli Sarmaşık 2- İngiliz aşkı dedelerinden miras kalmıştı

Zehirli Sarmaşık 2- İngiliz aşkı dedelerinden miras kalmıştı

Oğluna miras olarak İngiliz sevgisini bırakan Padişah… Selcan Taşçı Hamşioğlu’nun yazı dizisi…

"İstanbul'da hayatım tehlikede olduğundan İngiltere devleti fahimanesine iltica ve bir an evvel İstanbul'dan mahall-i ahara naklimi takip ederim, efendim…"

16 Kasım 1922 günü, "İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington Cenaplarına…" hitaben kaleme aldığı "sığınma" talebini "Halife-i Müslimin" sıfatıyla imzalayan Vahdettin, 24 Kasım 1918 günü,  The Daily Mail'de yayınlanan röportajında, "İngiliz milletine karşı beslediğim sevgi ve hayranlığı babam Abdülmecit'ten miras aldım. Memlektimle İngiltere arasındaki dostluğu güçlendirmek için elimden geleni yapacağım" demişti. Haksız değildi. Az bile söylemişti. Zira, "mirası" dedesinden gelmeydi.

İLK "SATILIK MEMLEKET" VESİKASI

Vahdettin'in dedesi 2. Mahmut, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa isyanına karşı yardım talebinde bulunduğu İngiltere'ye, "Bu yardımın kadri kıymetinin bilineceği" garantisini vermişti.

Bilindi.

Niyazi Berkes'in ifadesiyle "tarihimizdeki ilk satılık memleket vesikası" olan ve Osmanlı ekonomik bağımsızlığının İngiltere'ye devredildiği Baltalimanı Anlaşması'yla, İngilizlere, hiç vakit kaybetmeden "ne istedilerse verdi" devrin iktidar sahipleri.

"DİZBAĞI"YLA NİŞANLANDILAR

Oğluna miras olarak "İngiliz sevgisi"ni bırakan Abdülmecit, 1856'da, önünde eğildiği piskoposun "Siz bundan sonra İsa yolunda çalışacak, onun için her türlü özveriyi yapacak bir şövalyesiniz" dediği törende, İngiltere'nin "Dizbağı" nişanıyla ödüllendirildi. Böylece, "Hristiyanlığı yüceltmekle" görevlendirilmişti.

"MAJESTELERİ ŞEREFİNE…"

Abdülmecit'ten sonra Abdülaziz'in de aldığı, Atatürk'ün ise "Diz bağı, sonra bize ayak bağı olur" diyerek reddettiği bu "kutsal haçlı" nişan, 2011 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e de takıldı. Gül, "Ulu Haç için mücadele edenler"in layık görüldüğü nişanı almak üzere katıldığı törende, o güne kadar hiçbir 29 Ekim'de, hiçbir 30 Ağustos'ta giymediği frakı da giydi.

-001.jpg

Gül, smokini de ilk defa 2008 yılında Çankaya Köşkü'nde, İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ile eşi Edinburg Dükü Prens Philip onuruna verdiği yemekte giymiş ve "Majestelerinin şerefine" kadeh kaldırmayı ihmal etmemişti.

Sonradan İngilizlere sığınacak, Avrupa'da çıkardığı gazeteden Mustafa Kemal ve Cumhuriyet'e saldıracak olan Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey'in, Osmanlı'nın Sevr'i imzalamasından sonra, İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kutlamasında, "Haşmetlu Kral ve Kraliçeye afiyet dileğiyle" kadeh kaldırışını bilenler için, bu kare, evet manidardı ama asla "şaşırtıcı" sayılamazdı.

İNGİLİZ "KÜÇÜK PADİŞAH"

Dönemin İngiliz elçisi Lord Stratford Canning'in yazışmalarına bakılırsa Abdülmecit ödülünü sonuna kadar hak etmişti.

Canning, 29 Mayıs 1853 tarihli mektubunda,  "…Bu sabah Reşit'i görmeye gittim. Keyfi yerinde… Son günlerde harıl harıl çalışıyor. Hıristiyan, Yahudi uyrukların dini imtiyazlarını garanti altına alan fermanların kaleme alınmasıyla uğraşıyor. Bu sabah müsveddeleri bana da yollamışlar, bir iki cümle ilave ettim. Yakında yeni imtiyazlar da koparılabilir" diye anlatıyordu eşine halimizi!

Canning'in "Osmanlı" üzerindeki etkisi, "bir iki cümle ilave ettirmek"le sınırlı değildi; atama, terfi ve aziller dahil her işlemde o kadar söz sahibiydi ki, "küçük padişah" diye anılır olmuştu ismi.

Karısına yazdığı 9 Temmuz 1853 tarihli mektupta, başarılarını(!) "Osmanlı hükümeti apansız değişiverdi. Reşit'le Sadrazam azledildi. O saat padişaha çıktım, yeniden vazifeleri başına getirildiler" diye aktaran Cannig, 15 Nisan 1954'te de, "İki paşanın cezalandırılmasında ısrar ettim. Vazifelerinden geri çağrıldılar, ceza da görecekler…"  bilgisini verdi.

İngilizlere biat o denliydi ki, Dent, Palmer ve Company adlı İngiliz kredi kuruluşu bile, ortaklarından birinin isteğini geri çevirdi diye sadrazamı görevden aldırabilmişti!

MÜTAREKE BASININ TEMELİ

Osmanlı'nın ilk yarı-resmi gazetesi olan Ceride-i Havadis'in çıkış hikayesi, İngiliz hayranı mütareke basının sebeb-i hikmeti gibi:

İngiliz tacir William Churchill, Kadıköy'de avlanırken bir çocuğu yaralar ve tutuklanır. Sen misin İngiliz'i tutuklayan? Elçi ortalığı ayağa kaldırır. Suçluyu cezalandırabilmek şöyle dursun, "koca Osmanlı" bir de kendisini affettirebilmekle uğraşır.

İngiliz suçlu, Osmanlı çocuğu yaraladığı için pırlantalı bir nişan, 10 bin kantarlık zeytinyağı satımı fermanı ve bir de Osmanlıca gazete çıkarma izniyle ödüllendirilir!

basliksiz-1-235.jpg

Ceride-i Havadis, Osmanlı'nın kendisini İngiltereye affettirme hediyesidir!

Zavallı Hariciye Nazırı Akif Paşa ise Osmanlı tebaasını yarayan İngiliz taciri tutuklamak suçundan azledilir!

Ceride-i Havadis mi?

Bir "Alemdar", bir "Peyam-ı Sabah" olmasa da, "ilmi siyaset"le kamuoyunun İngiliz çıkarlarını "benimsemesine" çalışır. Yaptığı "araştırmalar" aynı zamanda Kraliyet ailesine sunulan birer "istihbarat raporu"dur.

AZINLIK TASALLUTU

Dönemin Fransız elçisinin bile"Devlet-i aliyyenin bu kadar fedakârlık edeceğini mamul etmez idim" diye hayret ettiği Tanzimat, bu ahval ve şerait içinde ilan edilir.

"Askerine diktireceği elbise için bile şeyhülislamdan fetva alan Osmanlı"nın, Türk ve Müslüman halkı azınlıkların tasallutu altına sokan reformları(!), fermanın mimarlarından Mustafa Reşit Paşa'ya bile "Hristiyanlar bir şey yapmamış iken bu kadar imtiyazata nail oldukları halde ben bu Milletten ve Devleti aliyyenin bunca senelik vükalasından bulunduğum halde efkarımı serbest söyleyecek kadar imtiyazım olmasın mı?" Dedirtecektir.

BU DA TÜRK'ÜN "KADİR KIYMETİ"

Hoş, "Avrupa umumi efkarını tatmin etmek" yahut "azınlıkları memnun etmek uğruna" horlanmak Türkler için yeni bir hal değildir.

Selçuklu'dan başlamak üzere, onlar zaten kurdukları ve asli sahibi oldukları devletlerin "nadan Türkleri", "etrak-ı bi idrak"ları, "Türk-ü bed-lika"larıdır…

"Eşek Türk" oldukları Tanzimat'ta yapılan, "fiili durumu resmileştirmek"ten başka bir şey değildir.

"Osmanlı Magna Carta"sı gibi kutsanan Sened-i İttifak'ın "aslında ne olduğunu" ise en net Atatürk açıklamıştır:

"Bu kitap düşmanlarımızı muvakkaten olsun memnun etmek gayesini gözetmiş bir kitaptır… Bu kitabın mahiyetinin millet ile, Hakimiyet ile, irade-i milliye ile hiç alakası yoktur… Bir paçavradır…"

Mütareke, tabiri caizse üzerine tüy diker ve Türkler, yüzyıllarca irret", "edep yoksunu", hayvana benzer", "sapık eşkıya sürüsü" sayıldıkları devletlerinde ayrıca "sırmalı haydut", "sergerde" de olurlar bu sayede!

Nihayetinde devlet "kadir kıymet bilen" yöneticilerin elindedir.

Ve yazık ki, o yöneticiler de, "kıymetleri"nin, bildikleri kadar bilinmediğinden, küçük padişahları Canning'in, karısına "Hani neredeyse şu korkunç Türklerin ekmeğine yağ sürüyor diye Avrupa dengesi denen gaileyi lanetleyeceğim. Bab-ı Ali'nin elinden bağımsız bir Yunanistan kurulmasına elverişli toprakları bir koparabilsek… Avrupa'nın menfaatleri keşke müsaade etse de Rus sürülerini Türkiye üzerine bir saldırtsak…" şeklinde itiraf ettiği gerçek hislerinden bihaberdir!

Sözün özü, "Türk"süz anayasa sevdasının da, çoğulculuk diye etnikçiliği, azınlıkçılığı kutsamanın da, varlığını Türklüğü horlamakla meşrulaştırabileceği sanrısının da kökü epey gerilerde.

Ne hazin ki, müstevlilerin nazarında "iyi çocuk" olabilmek uğruna düşmüşler bu çukura her seferinde!

İÇİMİZDEKİ İNGİLİZLER

-----

Abdülmecid dönemi kaymakamlarından Mustafa Bey, ne bir gafil, ne de bir "hain"di; O nihayetinde kendi devletinin hesabına çalışan bir İngiliz'di.

 Mustafa Bey'in kendi ağzından, nasıl yetiştirildiğini okurken bir düşünün bakalım, hikayenin suçlusu bu "İngiliz ajanı" mı, yoksa devleti onun gibilerin rahatça sızabildiği bir kevgire dönüştürenler mi:

"Ben ve arkadaşım Herbert on yaşında iken Misyon cemiyeti tarafından İstanbul'a gönderilmiş idik. Doğruca sefarethanemize gittik. Sefir beni sefaret kavası Ali Ağa'ya teslim etti ve şu tenbihatta bulundu: - Ali Ağa, bu çocuğun ismi İbrahim'dir ve senin oğlundur. Aylık olarak sana on lira  vereceğiz... Tıpkı kendi soyundan olmuş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydireceksin, adetiniz nasılsa öyle terbiye eyliyeceksin.

Türkçeyi öğrenmeye başladım... Mektepte de Hoca Efendi teveccüh göstermeye başladı... İbtidai ve Rüşdi derslerini gördükten sonra Beyazıt Camii şerifinde Müderris Palabıyık Ali Efendi'nin ders halkasına dahil oldum... Câmi dersini ikmâl ederek icazet aldım yâni Sünnî bir müderris oldum. Yaşım da otuzu buldu. Dersaadet'e gelişimden icazet alıncaya kadar her ay bir kere geceleyin sefarethaneye gider ve sefirin iltifatına mazhar olurdum. Bab-ı Alî'ye devama başladım. Hariciye Nezâreti tercüme kalemine me'mûr edildim… Az zaman zarfında maaşım 2000 kuruş oldu ve Hariciye'de tercüme odası baş halifesi oldum. Misyon Cemiyetinden gelen bir emir üzerine Londra'ya dönüşüm lâzım geldiğinden, sakal ve bıyıklarımı traş ettirdikten ve o güne kadar giydiğim elbiselerimi çıkararak bir Avrupalı kıyafetine girip başıma bir silindir şapka geçirdikten sonra değerli arkadaşlarıma veda ederek İngiltere'ye döndüm."

Sahi, eşine hiçbir "egemen" ve "milli devlet"te görülemeyecek şekilde, bugün kaç İngiliz, kaç Amerikan "memuru" var "içimiz"de? Hangi makamlarda, kimlerin iltifatına mahzar olarak "görev" yapıyorlar?

Yarın: İstikbal Savaşı