Varlığın içinde veya dışında, varlıkla beraber zaman diye birşey var mıdır? Ucu açık o kadar felsefe yapabilirsiniz ki, hiç girişmeyelim. Ancak bilebildiklerimizi söyleyelim. Şuurumuzda, varlığın haraketi ve değişmesi ile ilgili bir izlenim bulunduğu muhakkaktır. Dün-bugün-yarın, sebep-sonuç, önce sonra, güneş battı-güneş doğdu, şu şey eskidi-bozuldu, yarın daha iyi olabilir, v.s. Bunlar insana mahsus bir algılama özelliğidir. Onun için felsefeciler insan için zamanlı varlık veya tarihî varlık derler. Hayvanlar aynı varlık düzeni içinde yaşadıkları halde bu “akış”ın farkında değillerdir. Onun için tarihî-zamanlı varlık değildirler. Diğer var olanlar da böyledir. Çünkü onlar zaten kendi kendilerinin farkında değillerdir. Onlar bu sürecin, bu değişmenin malzemesidirler, vesilesidirler. Geçmişe ve geleceğe, harekete ve değişmeye muhatap olan, buraya algı yönelten sadece insandır. Bu durum ona şu kapıları da açmıştır: Kimlik, kişilik sorumluluk. Çünkü bunlar için farkındalık, yani şuurun kendi içine ve dışına dönüş ve yenilişi gerekmiştir.
Hayvanlar elbette bizim zaman diye algıladığımızın tamamen dışında değillerdir. Madde ve olayların akışına algılarıyla değil, iç güdüleriyle katılır ve uyum sağlarlar. Meselâ, karanlık olunca, hayvanda iç güdüsel değişme olur, insanda algısal değişme olur. Değişmeye rağmen, yani aydınlıktan karanlığa geçişten dolayı, hayvan ne olduğunu bilmez, ama bunu yaşar. İnsan hem bilir, hem yaşar.
Dinî bilgilerimizde, zaman Allah’a aittir ama Allah için zaman yoktur diye bilgi mevcuttur. Zaman, yaratılmış olanlar ve yaratılmakta olanlar içindir. Kur’an’ın İnsân Sûresinin ilk ayeti şöyledir: “İnsan üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı ‘dehr’den (uzun zaman süresinden) bir süre geçmedi mi?” Yaratılışın iki şekilden biri ile olmakta olduğu beyan edilmiştir: Ya hemen (Ol! emriyle), yahut bir süre içinde ve yaratılmış birşeyden diğer birşeyi yaratarak. İkincisinde zaman söz konusudur. Zamanı ve zaman dilimlerini, Kur’an’da zikredilen örneklerden de anlamaya çalışabiliriz. Kıyamet, bir zaman diliminde, yani bir müddet sonra vukubulacaktır. Henüz yoktur. “Güneş katlanıp dürüldüğünde, dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde, ...” (Tekvîr, 1-14). Herşeye ömür biçilmiştir. Yani değişicidir, geçicidir, zamana tâbidir. “... Ancak ve sadece Allah’ın yüzü (Zatı) baki kalacaktır.” (Rahmân, 27). Her şeyin geçici oluşu zaman kavramıyla ilgilidir ve bunun daimî olanla, yani zaman ile ilgisi bulunmayanla mukayesesi yapılmıştır.
Zaman-insan-toplum konusuna odaklanalım. İnsan ve toplum için zaman üç çeşittir: 1. Matematik zamanı. Fizik, astronomik zaman buraya dahildir. Çünkü sayıyla ifade edilir. Dünyanın kendi etrafında dönüşünün ve güneş etrafında dolanışının bugün “... milyar kere milyar (?)”ıncısı oldu. Bilmiyoruz ama bilseydik rakamla ifade edecektik. Dünyanın kendi etrafında bir defa dönüşüne gün demişiz. Dünyanın güneş etrafında bir defa dolanışına da yıl demişiz. Astronomik, fizik, matematik bir zaman algımızdır bu. İki defa döner, üç defa, bir milyar defa döner. Ömrü ne kadarsa. Miktar, matematik. Uzaydaki bütün cisimler için aynı yol geçerlidir. Hepsinin algısına sahip değiliz ama akıl yürütme ile çıkarıyoruz. Uzayın her köşesinde bunu algılayacak algı sahipleri var mıdır, bunu bilmiyoruz. Biz çevremizdekileri ve aletlerimizin yetişebildiklerini algılıyoruz ama ilgili zamanın neresinde olduğunu bilmiyoruz. Biz şu anda dünyanın kendi etrafında kaçıncı kez dönüşünde bulunuyoruz, güneş etrafında dolanışının kaçıncı yılında olduğunu algılayamıyoruz, bilmiyoruz. Gerçekte belli olsa da, sonsuza yakın çoklukta olduğu için algımızdan kaçar. Bilim de henüz buna ulaşmış değildir. İnsanın, bugünden ne kadar önce ortaya çıktığını tesbit edebilsek bile, ortaya çıktığı gün, dönüşlerin, hareketlerin kaçıncısında olmuş olduğunu yine bilemeyiz.
Zamanın matematik yönünü epey didikledik. Bir şeyin temeli bilinmezse, sağlam temele oturtulmazsa, üzerine birşey bina edemeyiz.
2. Psikolojik zaman. Bilincimizin doğrudan etkilendiği, izafi olan zamandır. Matematik zaman devam etse de, algımızda geçerli değildir. Diş ağrısı çekerek geçirilen bir gece, hastalıklı ve sıkıntılı bir gece, neşe ve eğlence ile geçirilen bir gece, rahat bir uykuda geçirilen bir gece, hiç biri diğerine eşit değildir. Öğrencinin sınavda geçirdiği bir saat ile top oynayarak geçirdiği bir saat de eşit değildir.
3. Sosyolojik zaman. İnsan ve toplum için esas zaman budur. Akıp giden diye tabir ettiğimiz zamanın içinde insanlar, “ân”ların bazılarına işaret koymuşlar, zamanı bu işaretlere göre algılamışlar ve yaşamışlardır. Bu işaretten şu kadar önce, şu kadar sonra gibi. Bu işaretler ve zaman algısı, ferdî olabilir, toplumsal olabilir. Kişinin doğduğu gün, bir yakınının öldüğü gün, askere gittiği veya evlendiği gün, okulundan mezun olduğu gün, v.b. o kişi ve yakınları için zaman şuurunun dürtüldüğü yerde durur. Zaman, o olaydan önce veya sonra olarak algılanır. Toplumlar için de aynı şekilde işaretlenmiş ân’lar bulunur. 1. veya 2. Dünya savaşının başlaması, millî mücadelenin başlaması, zafer kazanıldığı gün, dünyaca ünlü ve önemli birinin doğum günü, millî bir kahramanın doğum veya ölüm günü, sosyolojik zamanı belirleyen algı yansımalarıdır. Hz. Musa’nın Yahudileri Mısır’dan çıkarması, Hz. İsa’nın doğumu, Hz. Peygamber’in doğumu, ateşin bulunuşu, tekerleğin icadı, yazının icadı v.b. gibi.
Yılbaşı bunların neresinde? Dünyanın güneş etrafında her dolanışının başlangıcını, yani 365 günden bir günün hangisine başlangıç olduğunu kabul ettiğimizi nasıl belirleyeceğiz, nasıl belirlemişiz? Ya, matematik zamana göre ve özellikle mevsimlere göre bir gün hesap edip bunu kabul edecek, ya sosyal zamanın işaretlerin en baskın olan birini alıp bunu kabul edecektik. Önce güneş yılının hesabı yapılmalıdır. Ay yılı da vardır ama bu, her yıl 10’ar gün farkla kayarak ilerlediği için, farklı bir takvim oluşturuyor. İnsanlar sabitlik istiyor. Bu konunun müzakere ve tartışması uzun sürer. Aynı konunun içindedir ama farklı bir alandır. Güneş yılının hesabı, Milattan önce Jul Cesar zamanında ortaya çıkmıştır. Bu hesap, dünyanın güneş etrafında dönüş süresinin hesabıdır. Daha sonra 16. yy.da (4 Ekim 1582), daha öncelerinin hataları giderilmeye çalışılarak, Papa 13. Gregorius tarafından yapılmış bir hesaptır. Dünyanın güneş etrafında dönme süresi 365 gün 6 saat olarak hesabedilmiştir. Bu hesap bilimsel bir hesaptır. 128 yılda bir günlük kaymalarla “artık yıllar” da hesabedilmiş, 12 aylık, 365 günlük takvimde, mevsimler göz önüne alınarak, denkleştirmek için gün eklemeleri de yapılmıştır. 28 Şubat’ın 4 yılda bir 29 olması bazı ayların 30, bazılarının 31 olması gibi. Hesap tamam ama, yılın başlangıç günü hangi gün olmalıdır? Mesele yine sosyolojik olacaktır ama bunun bilimsel bir hesaba dayanması söz konusu değildir. 1 Mart da olabilir, 1 Temmuz da, 1 Şubat da v.s. olabilir. Bunun için matematik-fizik-astronomik bir zamanın ve bilimin bize dayattığı bir mecburiyet yoktur. Baharın başlangıcı kabul ettiğimiz bir günü (nev-rûz) veya başka bir günü esas alabilirdik. Burada emperyal-sosyolojik bir kabul egemen olmuştur. Hz. İsa’nın doğumu. Bilimsel hesabı yapan bir papa, yani din adamı olunca iş kolaylaşmıştır. Hz. İsa’nın doğum gününün tesbiti kesin olmamakla beraber Aralık-Ocak aylarına ait bir temsilî gündür. 24, 25 Aralık; 6, 7, 19 Ocak iddialarından biri, 25 Aralık ağırlık kazanmıştır. Bazı kiliseler diğer günlerde kutlarlar. 24, 25 aralıkta başlayan ve bir hafta süren yortunun (dinî bayramın) sonunda, 1 Ocak yılbaşı kabul edilmiştir. Yılbaşının Hz. İsa ile hiç ilgisi yoktur demek kendimizi zorlamaktır. Takvimin adı miladî takvimdir. Neden miladî (doğuma ait)? Milat doğum demektir. Ayın, yılın, günün, yıldızın doğması değil, insanın doğması anlamındadır. Peki kimin doğumu? Takvime konulmuş addan, meselenin Hz. İsa ile ilgisi anlaşılmaktadır. Ama bunun ifadesi, sadece adda kalmıştır. Yılbaşını, yani bir yılın bitip diğerinin başladığı günü kutlayan herkes, Hz. İsa’nın doğumunu mu kutlamaktadır? Hayır. İnsanî-dinî olan her tavırın önemli bir hareket noktası bulunur: Niyet. Meselenin temelinde sosyolojik bir zaman algısının yatmış olmasına rağmen, siz bunu bilmiyor ve buna göre hareket etmiyorsanız, bilseniz bile bu niyetle hareket etmemişseniz, bu kutlamanın Hz. İsa ve Hıristiyanlıkla ilgisi olmaz. Yalnızca zaman değişimini kutlamış olursunuz. Milletlerarası kabuller, çok yerde hükmünü sürdürür. Metre, kilogram v.b. gibi. Dünyayla birlik halinde, günlük işlerin yürümesi için bu gibi müşterek kabuller, zorunlu hale gelmiştir. İnsanların zımnî anlaşmaları gibi olmuştur. Yeter ki millî olana zararlı hale gelmesin. Gücümüz yetmiyor diye herşeyi kabule bizi alıştırmasın. Ayrıca istismarlara kapı açılmasın.
Geldik doğum günü kutlamalarına. İnsanların bu dünyaya gelişleri, kendileri ve yakınları için sevinç sebebi olur mu? Neden olmasın... İyi ki doğmuşuz, iyi ki bu dünyayı görmüşüz, iyi ki hakikatın, iyinin, doğrunun, güzelin farkına varmaya doğru yol almışız. Peki bunun tersi olanlar? Acı, çile ve kötülükler? Adaletsizlikler? Kavgalar, savaşlar, ölümler? Olsun, bunları da görmek, duymak, yaşamak, hiç var olmamaktan daha mı kötüdür? Acı da, kötü de hayatın belirtileri değil midir? Hayat olmasaydı yanlıştan, kötüden, çirkinden doğruya, iyiye, güzele kaçış olur muydu? Bu yönelişin gururunu yaşar mıydık? Bu dünyaya, bu hayata tapanların sapkınlıklarına ibret gözüyle bakarız. Tamam. Fakat bunun kadar kötü ve yanlış olan bu dünyayı, bu hayatı hor görmek, pis kabul etmek, ona arkamızı dönmek, kötüledikçe onu kötülemektir. Bu, Yaratıcı Kudret ve İrade sahibine karşı çıkmaktır, O’nun işini beğenmemektir. Siz şairlere, sitemkâr yazarlara bakmayın. Onlar hayıflanır ve sızlanırken, bize doğruyu, iyiyi, güzeli hatırlatmak için böyle yaparlar.
Henüz anılmaya değer bir şey değilken, üzerimizden çok uzun bir süre geçip bu dünyaya doğmadık mı? (Uzun süre, yeryüzündeki evrim midir, ana rahminde geçirdiğimiz safhalar mıdır?..) Artık anılan ve anan bir varlık olduk. İyi ki doğduk.