Zafiyet!
Çağlayan İstanbul Adliye Sarayı’nı basan DHKP-C teröristlerinin görev başındaki savcımız Mehmet Selim Kiraz’ı şehit etmesi, bütün yurtta derin bir infiale ve üzüntüye yol açtı. Medya, Adalet Sarayı’na girişten başlayarak, teröristlerin içeride saatlerce dolaşmasına, hassas davalara bakan korumasız durumdaki savcımızın odasına rahatça girerek rehin almasına ve yapılan operasyona kadar bütün safhalardaki zafiyete dikkat çekiyor. Aslında, son yıllarda yaşamaya alıştığımız, böylesine sarsıcı her kanlı hain saldırıda zaaf içinde olduğumuzu görüyor ve üzülüyoruz. 10 yıldır yaşanan ve tırmanarak varlığımız üzerinde büyük bir tehlike oluşturan kanlı terör saldırılarının önlenemeyişini, sadece “zaaf” veya “zafiyet” sözcükleriyle izah edebilir miyiz? Bunun yanında başka bir şeylerin de olması gerekmez mi? Elbette gerekir. Esasen bunun cevabını hep arıyor, buluyor ve yazıyoruz. Meselâ; 40 bin kişinin canına mal olan PKK/KCK kanlı terör örgütü ile ülke bütünlüğü pazarlık masasında müzakere konusu yapılıyor, ülkemizin bölüşülmesinin adına “barış ve çözüm süreci” deniliyor ve bunun için varılan “mutabakatın” maddeleri ve takvimi medyada yer alıyorsa, her şey aşikâr olmuş demektir. Vatanımız tehlikede, ama hâlâ uyuyanlarımız az değil. Bu varlık meselemiz üzerinde yazmaya, önümüzdeki seçimler için Türk Milletinin saf evlatlarını uyarmaya devam edeceğiz. Biz, savcımızın şehit edilmesi olayı üzerinde durmak istiyoruz. İlk olarak, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun şu açıklamasına bakalım: “Olayı haber alır almaz, Genel Merkezde hemen kriz yönetimi sürecine geçtik. İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanları, ilgili düzeydeki birimlerimizin yetkilileriyle konuya müdahil olduk. Resmi ziyaret için Slovakya’da bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı telefonla arayarak bilgi verdik. Güvenlik görevlilerimize iki net talimat verilmiştir. İlk talimat savcımızın sağ salim kurtulması yönündeydi. İkincisi de başka bir olumsuz senaryonun gelişmesi halinde ise, hemen olaya müdahil olunması.”
Bu açıklamaya göre operasyon, Ankara’daki “kriz merkezinden” verilen “iki net” talimatla yönetilmiştir. Bu “talimat” Cumhurbaşkanından alınan emirle mi, yoksa haberdeki gibi “Kriz Merkezi”nin kararıyla mı verildi, orasını bilmiyoruz. Ancak diyebiliriz ki, buradaki yanlışlık, operasyonun Ankara’dan yönetilmesindedir. Çünkü; eğer bu tespit doğru ise, hemen söylemeliyiz ki, operasyon çok zor ve hassas bir iştir. Zira bir çatışmada teröristin her dakika veya saniyede, yeni bir pozisyon alacağı, durumun değişiklik arz edeceği, operasyon güçlerinin de buna göre vaziyet alması gerektiği malumdur. Bu da hem sahada bulunmayı, hem de bu işin uzman elemanı ve yöneticisi olmayı gerektirir. Bu iş Ankara’dan yönetilemez. Bir de siyasetçi iseniz, hiç yönetilemez. Bu durum bize Uludere olayını hatırlattı. Uludere’de de, basına yansıyan haberlere göre, talimat Ankara’dan verilmişti. O gün bugün soruluyor; “Talimatı kim verdi” diye. Ama cevap verilemiyor.
İkinci olarak, deneyimli emniyetçiler diyorlar ki; böyle durumlarda teröristlerle pazarlıkta uzmanlaşmış elemanların kullanılması şarttır. Sıradan, zabıta vakası cinsinden olaylarda görev alanlar, teröristle pazarlık yapamazlar. Bu olayda, maalesef böyle bir hata yapılmıştır.
Üçüncü olarak, istihbarat, MİT nerede diye sorulmasıdır. İktidar sahipleri bu sorudan alınıyorlar, ama çok yerinde ve haklı bir soru olduğunu düşünüyoruz. İstihbarat meselesine bu olay açısından bakalım: DHKP-C terör örgütü elemanları sayıca az olduğu düşünülürse, hepsinin yakın takipte olması gerekmez mi? Nerede ne yapıyorlar, ne yiyor ne içiyorlar? Neyin peşindeler bilinemez mi? İstihbarat budur. Üstelik gerek Adliye baskınında, gerekse ertesi gün İstanbul Emniyet binasını silahla tarayan DHKP-C teröristleri daha önce emniyete, cezaevine düşmüş sicilli kişiler. Bu nasıl istihbarat ki, bunlardan bile haberimiz yok.
Dördüncü olarak, DHKP-C seyrek de olsa, yurdumuzda yıllardır terör yapıyor. Her defasında bunların Yunanistan’ın Lavriyon kampında kaldıkları, eğitildikleri yazılıyor, biliniyor. Nitekim, Emniyetin açıklamasına göre, savcımızı rehin alan teröristler Lavriyon kampı ile telefon görüşmesi yapmışlar. Uluslararası hukuka göre, teröristleri barındırmak, eğitimlerini yaptırmak ve komşu ülkelerde terör yaptırmak ağır bir suçtur. Yunanistan’ın bu düşmanca tutumuna neden ses çıkarılmıyor? Bu terör yuvası neden kurutulmuyor? İflas etmiş Yunanistan’ın 16 adamıza (M.S. Bakanı’mızın TBMM’de söylediği gibi hukuken bize ait adalara) el koymasına, yerleşmesine neden engel olunmuyor? Bir gazetemizde yer alan şu sorulara biz de katılalım: Silah ve bombalar adliyeye nasıl sokuldu? Saldırganlar adliyeye nasıl girdi? İstihbarat ve MİT neden izlemedi? Müzakereler neden bitirildi? Savcının dosyaları dışarı sızdı mı? Teröristlere engel niye yok? Savcıya koruma verildi mi?
Bu ve benzeri sorular, elbette bizi yönetenleredir. Millet bize oy verdi, Anayasayı da, Türk Milletini de tanımayız, diyenler, iş sorumluluğa gelince, her şeyi muhalefete yükleyemezler. İlk hesabı sandıkta vereceklerdir.