Yorgun ülkücünün romanı

Eylül 1980 darbesi tarihi bir bıçak gibi kestiğinde, artık bir öncesi vardı, bir de sonrası... Ülkücü hareket içinde yer almış olanlara ait yitik hayatlar, kara toprağa verilenler, idam sehpalarında can verenler, minnet duygusu ve dualarla anılan kahramanlar olarak tarihteki yerlerini aldılar... Onların hayatları, bir ‘şehir efsanesi’nden aşırılmış kesitler değil, bizzat yaşayanların yazdığı veya yazanların yaşadığı bir tarihti...
Bir de hayatta kalanlar vardı; o çetin mücadeleden yorgun çıkmış olanlar... Yorgunlukları hâlâ devam eden o ülkücüleri anlamak, anlatmak ve yazmak zor derken, dönemin sıcak ortamında bulunmuş Veysel Tekelioğlu’nun ‘Yorgunum’ isimli romanı, bugünün yorgun ülkücüsünü anlamak için yakın geçmişe ışık tutan bir eser olarak edebiyat dünyamızdaki yerini sessizce aldı...
Genç yazar Afşin Çaparoğlu şöyle anlatıyor bu duyguyu: “Sosyoloji doktoralı bir insan olarak yıllardır yüzlerce kitap okudum, birçok düşünce ve ideoloji üzerine kafa yordum. Özellikle ülkücü ideolojinin temelleri konusunda sosyolojik ve kuramsal bir temel aradım. ‘Yorgunum’ romanı ülkücülüğe hem entelektüel bir zemin, hem sosyolojik bir analiz, hem de saf ve samimi bir duygu katıyor. Edebiyatçılar ya da kitap kurtları ne der bilmem ama iliklerime kadar hissettim kitabı. Sarsıldım, titredim ve ağladım. 1980 öncesi ülkücülerinin farkını bu romanla anladım.”
1980 öncesi sıcak ortamını bütün zerreleriyle yaşamış yazar Mahmut Emin ise bir başka açıdan değerlendiriyor Tekelioğlu’nun romanını: “Kavgalar, dövüşler, taşlaşmalar, küfürleşmeler; hatta silahların konuştuğu anlarda bile inancını yitirmemek ve asla çirkinleşmemek. Roman kahramanlarının kaderi kitap sayfaları arasında yaşlanmaktır. Veysel bu kuralı yıkıyor. Hayatın içine yaşayan, var olan güzellikleri bir bir seriyor; sermekle kalmıyor, oturduğunuz yerden koparıp sizi hikâyeye dâhil ediyor. ‘Bu benim’ diyorsunuz. Kim, hangi büyüklükteki yazar, hangi münekkit ne derse desin, ne yazarsa yazsın, nasıl tenkit ederse etsin Türk edebiyatı bir ‘Türk’ yazar kazanmıştır: Veysel Tekelioğlu.”
Yorgunum romanına bir bakış açısı da 1980 öncesi Mamak Cezaevi’nde yatmış sol görüşlü bir yazardan geliyor: “Hikâye ve kahraman hemen yanı başımızda bildik ve tanıdık; ben, sen, o! Bu romanda sevmeyi ve aşkı seveceksiniz; bir kez sürmeden toprağı sevmeyi, ister durgun aksın ister kıvrıla kıvrıla, hiç dokunmadan suyu sevmeyi, yani içinizdeki insanı bulacaksınız. İyiyi, doğruyu, adaleti; aklın ve vicdanın bileşkesinde bulacaksınız. İddia ediyorum, sayfalarını ve yüreğini toplumun her kesimine açan ‘Yorgunum’ sadece roman değil, sosyal hayata ilişkin öneri ve öngörüleri ile tartışma yaratacak müthiş bir eserdir.”
Öğretim görevlisi Kemal Güler ve yazar Ahmet Uzun’un editörlüğünde sessizce aramıza giren ve Akçağ yayınlarından ikinci baskısını yapan ‘Yorgunum’, sert ve çetin mücadeleden yorgun çıkan o dönem ülkücüsünün bugünkü ruh haline de ayna tutan bir eser... Elbette bu yorgunluk, ülkücünün bir kenarda kendi halinde tükenip gitmenin bir gerekçesi olmamalıdır... Çünkü daha yapacak çok iş var... Bu dünya ve nefsanî arzularıyla arasına mesafe koymayı başaran ‘yorgun ülkücü’ silkelenmek ve ayağa kalkmak zorunda... Elbette bu silkeleniş, dünya nimetleri için değil, hak, adalet ve emek öğüten dünya çarklarına karşı, gencecik bedenleriyle nizâm-ı alem dâvâsını omuzlamaya çalışan kardeşlerine destek olmak, kanat germek için...
Kim ne derse desin, enaniyeti ve kibri çağrıştıran “Sensiz asla” sloganının yerinde “Yorgun ülkücü olmadan asla” olmalı... Onu yok gören göz, duymayan kulak ve paslı gönüller, onun Hazreti İbrahim’in baltası gibi putları yeniden paramparça etmesini görmeli, hissetmeli... Çünkü bir kavga devam ediyor ve o kavga, milletimizin var oluş mücadelesini ilelebet sürdürmeye azimli neslin devamı olan idealistlerin kavgasıdır...
Yorgun ülkücü, kendisini yok sayan, onu sadece özel günlerde isminden bahsedilmesi gerekli meta gibi gören zihniyete karşı bütün dinginliğiyle ayağa kalkmalı... Ruhu gibi dinginleşecek bedeniyle, beyniyle ve yüreğiyle milletimizin evlatlarına, gecenin karanlığında yolunu kaybedenlere ışık olmak için heybetiyle doğrulmalı... Kendisinden beklenen ‘yeni çilelere talip olması’ değil, ayağa kalkması ve ‘varım’demesi...
Enbiya Suresi’nin 58. ayetindeki, “Sonra onları parça parça etti. Büyük olanı hariç. Umulur ki, onlar, ona rücû ederler” hükmünden esinlenerek ne güzel anlatmış Veysel Tekelioğlu, Hazreti İbrahim’in Yitik Balta’sını... Şimdi o Yitik Balta yorgun ülkücüyü bekliyor... Sadece tapulu arazisine dikilmiş putları kırmak için değil, Türk sinema ve televizyon dünyasına damgasını vuran o yalan ve palavralarla bezenmiş iğrenç tarafgirliği de kırmak için...
“Hatırla Sevgili”yle başlayan, “Bu Kalp Seni Unutur mu?”yla zirve yapan ve “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”yle devam eden yerli dizi filmlerle artık eskide kaldığını zannettiğimiz bir düşmanlık vizyona sokulurken, şehir efsaneleriyle beslenmiş marjinal sol palavralar ‘tarihî gerçek’miş gibi işlenirken, yakın tarihin gerçek kahramanlarını, onların iç dünyalarını, sadâkatlerini, zaaflarını, talihsizliklerini ve her şeye rağmen elden bırakmadıkları insanlıklarını işleyecek emin insanlara ve emin eserlere ihtiyaç vardı... Bugüne kadar fedakârca çalışmaların üzerine ‘Yorgunum’ geldi ama yorgunluk yaymaya değil, nefes vermeye geldi...

Yazarın Diğer Yazıları