Yine Türkçe ezan!
Mustafa Kemal zamanında da, İsmet İnönü zamanında da aşırılıklarla karşılaşılmıştır. Dönemin şartları diyelim... Sonra halkın dediği oldu.
"Türkçe ezan" tutturmuşlar... Ezan, sadece ve sadece vakti bildirir. Kur'ân'da yoktur. Saatin olmadığı, vaktin tayin edilemediği bir zamanda ihtiyaçtan doğmuştur. Hangi dilde istersen okursun. Dininde samimiysen, ezanı kendi dilinde okumak hakkındır. Bunun dine tavır görülmesi mümkün değildir. Ancak ezan bütün dünyada birdir. Cihanşümul dinde aynı kodlar gerekli.
(Ankara'ya gidişlerimde, Tunus Caddesi'nin başında Köprülü Apartmanı'nda eski Demokrat Partilerin toplandığı bir dernek vardı, oraya uğrar, Demokrat Parti milletvekilleriyle konuşur, dönemi anlamaya çalışırdım. Rıfkı Salim Burçak da dahil birçok DP'liyle görüştüm ve yayınladım. Ezanın nasıl aslî dilinden okunmaya başlandığını da anlatmışlardı.)
Burada İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin bırakın ezanı, ayetleri bile namazda insanların kendi dillerinde okuyabileceğini, "Farsça" örneğinden açıkladığını yazmıştım.
Hafızlık için törenler düzenleniyor... Şu kadar insan hafızlık icazeti aldı, gibi haberler çıkıyor. Neye yarar hafız olmak! Kur'ân-ı Kerîm'in baskıları var. Seslendiriliyor da. Biz ilk zamanlarda yaşamıyoruz ki, unutulmaması için, yaymak için ezberleyelim. Matah bir şeymiş gibi övünürler: "Benin oğlum hafız oldu..." Ben de, torunumla burada övündüm açıkçası. Ama daha altı yaşında Kur'ân'ı okumaya başladığı için. O kadarını istiyorum. İbadet için gerekli kısa sureler, ayetler dışında ezberlemek de fuzulî. Kitabımızı alırsın eline istediğin kadar hatim indirirsin!
Taşları yerine oturtmak lâzım. Hafızlık yerine, gelin Arapçayı öğretelim. Bir dil öğretmiş oluruz. Kur'ân'ı da kendi dilinden anlayarak okur.
Ne zaman Türkçe ezan tartışması başlasa, "Türkeş Türkçe ezan istedi", diye yazıp duruyorlar. Bu konuya geleceğim. Önce, sonra "din" meselesinde Türkeş'le neredeyse kanlı bıçaklı olan Hüseyin Nihal Atsız'ın şu değerlendirmesini vereceğim:
"Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir. Daha zekâsının pek iptidaî olduğu zamanlardan beri, insanların din sahibi oldukları da bilinen gerçeklerdendir. Zekânın ve bilimin yükselmesiyle dinler de yükselmiş, tek Tanrılı dinlerle dinler çağı kapanmış, din uğruna yapılan korkunç savaşlar ve kırgınlıklardan sonra medenî dünyada din, fertlerin vicdanına sığınmış, bir kanaat olarak saygıdeğer bir yer kazanmıştır. Artık medenî insanlar arasında din tartışması yapılmıyor. Dinler hakkında avamî yazılar değil, ancak bilginlerin etüdleri yayınlanıyor. Medenî insan, başkalarının dinî inancına saygı gösteriyor. Kimseyi propaganda ile kendi dinine çağırmıyor.
Türkiye'de bir zamandır dine karşı takınılan yanlış tutum, yemişlerini vermeye başlamıştır. Mabedsiz şehir kurmakla övünen budalalar, çirkin harabelerin mabed hâline getirileceğini düşünememiştir. Cumhuriyetin başlarında, artık görevi ve faydası kalmamış Arapçı ve Arapçacı softa takımı tasfiye olunurken, milletin manevî ihtiyacı düşünülerek asrî din adamları yetiştirecek özlü bir din okulu açılsaydı, bugün il ve ilçe merkezleri, doktor payesine erişmiş din adamları ile dolar, bunlar köyleri de kontrol ederek yobazlığa engel olur ve İstanbul gibi şehirde çatalı ve radyoyu haram eden beyinsizler halka vaaz edemezdi." (Nihal Atsız, "Nurculuk Denen Sayıklama", Ötüken, S. 109 (7 Mart 1964). (Yarın devam. Bakın neler çıkacak!)