Yılmaz Özdil, yakınlarına torpil yapmayan Atatürk'ü yazdı. Kız kardeşi bir adamla evlenmişti, damada bakın ne yaptı

Yılmaz Özdil, yakınlarına torpil yapmayan Atatürk'ü yazdı. Kız kardeşi bir adamla evlenmişti, damada bakın ne yaptı

Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil, 10 Kasım’da Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın çevresini siyasetten uzak tutmasını ve “Atatürk” adını kullanarak bir yerlere gelmesini nasıl engellediğini yazdı.

Yılmaz Özdil, Mustafa Kemal Atatürk’ün kız kardeşi, eniştesi, manevi kızı, can dostu Nuri Conker gibi yakın çevresindeki isimleri siyasetten nasıl uzak tuttuğunu ve “Atatürk” adını kullanarak birilerinin bir yerlere gelmesini nasıl engellediğini yazdı.

Özdil, "Koskoca devletin damatlarla eniştelerle, kayınpederle dünürle yönetilmesinin ne kadar yanlış olduğunu hatırlamamız için bir vesile." ifadelerini kullandı.

Yılmaz Özdil’in “Sü’lale devri” başlıklı yazısı şu şekilde:

“Kızkardeşi duldu.

İkinci evliliğini 1935 yılında bir işadamıyla yaptı.

Damadın İstanbul'da fabrikası vardı, evlenir evlenmez müteahhitliğe başladı, dikkat çekici hızla zenginleşiyordu, aynı zamanda milletvekiliydi, İş Bankası yönetimine sızmaya çalışıyordu.

Cumhurbaşkanı'nın kulağına tatsız laflar geliyordu.

Yakın çevresinin kendi forsunu kullanarak menfaat sağlamaya çalışması, en sevmediği davranış biçimiydi.

Babasız büyüdükleri için kızkardeşini ömrü boyunca kanatları altında tutmuştu, en zor şartlarda bile maddi/manevi yanında olmuştu, daima korumuş kollamıştı ama, millete karşı hissettiği sorumluluk duygusu, ailesinin bile önündeydi.

Bir akşam sofradayken maliye bakanını hemen yanındaki sandalyeye oturttu, sohbet sırasında bir ara kulağına eğildi, “ne yapıp yap, bizim enişteye iltimas geçilmesine mani ol, benim namıma iş yaptığı zannedilir, kendisinin öyle niyeti olmasa bile öyle zannedilir” dedi.

Lisanı münasiple “defterini dür” demişti!

Çok geçmeden fabrika kapandı.

Eniştenin iflas ettiği duyuldu.

Bir daha asla Çankaya Köşkü'nün kapısından bile giremedi.

Milletvekilliği sona erdi.

Harç bitti yapı paydos, boşandılar.

Kardeşine bile torpil yapmazdı.

Kızkardeşini milletvekili yapabilirdi mesela, yapmadı.

Baba tarafından akrabaları vardı.

Amcasının çocukları İstanbul'da yaşıyordu.

Kuzenlerini çok severdi, onca işinin arasında asla ihmal etmez, hepsiyle yakından ilgilenirdi, herhangi bir ihtiyaçları olursa, kızkardeşi üzerinden haberdar olurdu, kendi cebinden yardımcı olurdu, nişanlarını yaptırdı, düğünlerini yaptırdı.

Hiçbirini milletvekili yapmadı!

Akrabaları da O'na yaraşır bir hayat sürdüler, ne devletten koltuk istediler, ne menfaat talep ettiler, ne de şöhret olmaya çalıştılar.

Son derece mütevazı, sıradan yurttaşlar olarak yaşadılar.

Dördüncü/beşinci kuşaklar da, bugün aynı böyle devam ediyorlar.

Manevi çocuklarını milletvekili yapmadı.

Hatta “siyasete girmeyeceksiniz” diye vasiyeti vardı.

Rahmetli olduktan sonra, tüm partilerden manevi çocuklarına teklif üstüne teklif götürüldü, CHP dahil, her defasında “hayır” cevabı aldılar.

Siyasete asla girmediler.

Manevi kızı evlendi, damat mühendisti, İzmit kağıt fabrikasında çalışıyordu.

Bir gün, kızının da bulunduğu ortamda, fabrikanın müdürüyle karşılaştılar, gayet açık şekilde tembih etti, “bunlar benim evlatlarımdır, lakin iş neyi icab ediyorsa, her zaman öyle davranınız, sakın benim evlatlarımdır diye düşünmeyiniz” dedi.

Ayrıcalık tanınmasına izin vermedi.

Her mühendis nasıl çalışıyorsa, damat da öyle çalıştı.

Bir akşamüstü, Çankaya Köşkü'nün penceresinden bakarken, manevi kızının otomobile binip gittiğini gördü. Yaverini çağırdı. “Derhal peşinden gidip buraya getirin” dedi. Getirdiler. Karşısına aldı… “Sen benim kızımsın ama, bu arabalar babanızın malı değildir, millete aittir, her aklına esen buradan araba alıp gidemez” diye azarladı.

Makamı mevkiyi boşver, millete ait otomobili bile çocuklarına vermedi.

Erkek kardeşi yoktu.

Ama, kardeşten öte arkadaşı vardı, Nuri.

Çocukluk arkadaşı, mahalle, okul, silah arkadaşıydı.

Annesi ve eşinden başka “Kemal” diye hitap edebilen tek kişiydi.

Can yoldaşıydı, sırdaşıydı.

Nuri'siz sofraya oturmazdı.

Sadece Nuri'nin nazını çekerdi.

Sadece Nuri'nin sesini yükseltme imtiyazı vardı, zaten davudiydi, gümbür gümbür bağırırdı, çok kafası bozulduğunda masaya yumruğunu vura vura konuşurdu.

Hareket ordusu, Trablusgarp, Çanakkale, Muş cephesi, Kurtuluş Savaşı… O nerede, Nuri oradaydı. Cephede göğsüne şarapnel parçası isabet ettiğinde bile hemen yanındaydı, kan lekesini görünce “vuruldun Kemal” diye telaşlanan bile Nuri'ydi.

Paşa olabilirdi.

Bakan olabilirdi.

Başbakan olabilirdi.

Tbmm başkanı olabilirdi.

İstemedi.

Teklif bile etmedi.

Arkadaş kalmayı tercih etti.

Arkadaşlığını asla suistimal etmedi.

İnsanız, eminim içinden istemiştir ama, alacağı cevabı biliyordu.

Herkesten fazla hakkı bile olsa, “laf olur, bize yakışmaz” diyeceğini biliyordu.

Bugün 10 Kasım.

Ve, her 10 Kasım, aslında bir vesile.

Koskoca devletin damatlarla eniştelerle, kayınpederle dünürle yönetilmesinin ne kadar yanlış olduğunu hatırlamamız için bir vesile.

Akraba-i taallukat zihniyetinin, demokrasiye ne kadar ters, ne kadar zararlı olduğunu bir kez daha görmemiz için vesile.

Türkiye Cumhuriyeti'nin “aile şirketi”ne dönüşmesine gözyuman, lale devrinden ibret almayıp “sü'lale devri”nin açılmasına sebep olan Türk milletinin, şapkasını önüne koyup düşünmesi için bir vesile.”