Yılmaz Güney’i mi kanunsuzluğu mu seviyoruz?
24 Mart Çarşamba günü Yeniçağ’da çıkan yazımda, başbakanın Türkiye’de kaçak yaşayan Ermenilerle ilgili konuşmasına temas ederek şöyle demiştim: “Kanunları uygulamakla yükümlü bir yönetici, nice yıldan beri kaçak olarak çalışan yabancılara karşı kanunları uygulamadığını, kanunsuzluğa bilerek göz yumduğunu itiraf etmektedir. Bu dehşet verici bir durumdur. Fakat işin daha da dehşet verici yanı, bu durumun hiç kimse tarafından umursanmamış olmasıdır. Bu, kanunsuzluğun, kanunsuzluğa göz yummanın ülkemizde olağan hâle geldiğini göstermektedir.”
Bunları yazdıktan birkaç gün sonra e-posta adresime bir yazı düştü. Hacettepe Üniversitesi’nin böcek bilimci öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Demirsoy’un yazısı. “Eğer Yılmaz Güney’e kulak verseydik bugün başka bir yerde olurduk: Evet çoktan bölünmüş olurduk” başlıklı yazı. Değerli bilim adamı bu yazısında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, 20 Mart 2010 tarihinde sinema sanatçılarıyla yaptığı açılım toplantısında söylediği “Eğer bu ülkenin otoriteleri Yılmaz Güney’in filmlerine kulak vermiş olsalardı, inanın, Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi” sözlerini eleştirmektedir. Ancak Demirsoy’un yazısını önemli hâle getiren, 15 Ağustos 1984 tarihinde Hamburg’da yaşadıklarıdır. 15 Ağustos 1984’te Ali Demirsoy Hamburg’da, eşiyle birlikte, Almanya’nın en çok izlenen NDR kanalını izlemektedir. Televizyon şu anonsu yaparak aniden programını değiştirir: “Bugün yayın akışımızı bozmak durumunda kaldığımız için dinleyicilerden özür diliyoruz. Görülen gerek üzerine Kürt yönetmen Yılmaz Güney’in yönetmiş olduğu ’Die Mauer’(Duvar) filmini gösterime sokmuş bulunuyoruz.” Filmden önce Yılmaz Güney hakkında bilgi verilerek onun “Türk ordusu tarafından Kürt milliyetçisi olması nedeniyle ağır cezaya mahkûm edildiği ve işkence gördüğü, tutuklu iken bir fırsatını bularak yurt dışına kaçtığı ve siyasi sığınmacı olarak Paris’e yerleşerek bu filmi çevirdiği” duyuruluyordu. Demirsoy’un ifadesine göre filmde “Türklere, Türk Devleti’ne ve özellikle Türk Ordusu’na kin kusuluyordu.” Filmin arkasından ana haberler başlıyor ve bölünmüş Türkiye haritaları eşliğinde şu haber veriliyordu: “Bugün (15 Ağustos 1984) Türkiye’de Kürt milliyetçiler Hakkâri Eruh Jandarma Garnizonu’na saldırarak 16 askeri öldürdüler.” Böylece program değişikliğiyle Duvar filminin gösterime sokulmasının sebebi de anlaşılmış oluyordu. İşin ilgi çekici yanı, Alman ZDF, Danimarka, Lüksemburg, Belçika televizyonlarıyla daha birçok televizyonun da programlarında aynı değişikliği yapmış olmasıydı. Demirsoy ailesi; diğer kanalları da çevirerek bu durumu şaşkınlıkla tespit etmişlerdi.
Bilindiği gibi Yılmaz Güney “Kürt milliyetçisi olması nedeniyle” ağır cezaya mahkûm edilmemişti. 13 Eylül 1974 tarihinde Adana’nın Yumurtalık ilçesindeki bir sahil gazinosunda çıkan bir tartışma sırasında hâkim Sefa Mutlu’yu tabancasıyla öldürdüğü için mahkeme tarafından 19 yıla mahkûm edilmişti. Yani Yılmaz Güney ideolojik suçlu değil, adi suçlu idi ve işlediği cinayet sebebiyle hüküm giymişti. Buna rağmen yarı açık cezaevinde kalmasına müsaade edilmişti. 1981 sonlarında Isparta cezaevinden izin alarak ayrılmış ve tekrar cezaevine dönmeyerek yurt dışına kaçmıştı.
İşte Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Bu ülkenin otoritelerinin”, filmlerine kulak vermelerini istediği Yılmaz Güney’in, filmcilik dışındaki gerçek mahkûmiyet ve kaçış hikâyesi budur.
Şimdi... Ermenilerin kaçak olarak Türkiye’de yaşamasına göz yumuyoruz ve haklarında gerekli kanuni işlemleri yapmıyoruz. Milletvekillerinin dokunulmazlık dosyalarını Meclise getirmiyor ve dokunulmazlıkların kaldırılmasına hiç yanaşmıyoruz. Başka bir ifadeyle, kanunsuzluk suçlamasıyla karşı karşıya bulunan milletvekillerinin katkı ve oylarıyla kanunlar çıkarıyoruz. Bir yandan da cinayet sebebiyle hüküm giymiş bir suçlunun filmlerine keşke ülke otoriteleri kulak verseydi diyoruz. Gerçekten ben anlamış değilim: Yılmaz Güney’i mi seviyoruz, kanunsuzluğu mu?