Yeteneksizlik kariyeri ve android

Yeteneksizlik kariyeri ve android

Elektronik aletleri kullanmam şart. Zira, iletişimin geldiği noktayı yok sayacak kadar akılsız ve yiğit değiliz. Ama ısınamadım gitti. Ancak direnmemi kimse engelleyemez. Ucundan kıyısından bulaşırım. Parmaklarımın, aklımın, zekamın ucuyla dokunur, işimi görmesini sağlayabilirim, o kadar! Öyle de yaptım yıllar yılı. Ve o gün olanlar oldu...

Akıllı telefon efendinin sesi kısılıp duruyor. Sanal hattın öbür ucundaki vatandaşı gayet net duyarken uyarılar alıyorum...

"Seni duyamıyorum."

"Sesin çok derin bir kuyu gibi bir yerden, üstelik de hışırtılı geliyor."

"Sanki mezarın içinden konuşuyorsun benimle usta."

"Yahu yüksek bir yere çık, sesin duyulmyor."

Sesimi duyuramıyorum. Ne yapsak acaba? Az sonra buldum diyorum. Önce bu malı üreten, satan kim varsa bir güzel haşlamak şart! Bir süre bunu yapıyorum. Sonra aklım biraz başıma gelince bu android işlerini bilen, uzman olduğunu var saydığım 5 kişiye anlattım derdimi, ciddi, endişeli ve acınası bir hal oturttuğum hüz hatlarıyla. Çare bulsunlar diye ellerine emanet ettim bizim telefi. Yok, çare yok! Düşünmeye gerek yok dedim sonra, bir de bizim bilgisayarcı çocuklara göstereyim aleti, nasıl da unutmuşum onları! Çare bulamazlarsa derdime, bir hışımla dalarım üreticinin, servisçinin, bayinin kapısından, ağzıma geleni söyler, ondan sonra işi düzeltmelerini isterdim, bir Karadenizli olarak.

Bilgisayar uzmanı genç de başlarda pek bir şey anlamadı. Hoparlör (şükür ki yerini biliyordum) ve mikrofondan söz etti. Dur bir dakika dedim! Hoparlör benim için. Sanırım mikrofonda sıkıntı var ki karşı taraf duymuyor. Bunu biliyordum! Ve hemen kutladım kendimi, daha tezimi sınamadan... Nerede ulan bu meretin mikrofonu? Gösterdi çocuklar. Sağ alt köşede, minik bir delik. İşte o minik deliği, konuşurken sol serçe parmağımla kapattığım için ses gitmiyordu karşı tarafa... Ve o kadar insan bunu anlamamıştık. Ama fatura bana çıktı tabii ki. Müessesede ne kadar insan varsa, Lazlığım ve yeteneksizliğimle günlerce dalgalarını geçtiler. Haklıydılar elbette. Yeteneksizlik kariyerimi inşada bir basamak daha çıkmıştım ve katıldım kendilerine...

***

BEYEFENDİ

Acıyı yoldaş eyleyenler...

Sakalına henüz beyazın uğramaya hiç de niyeti olmadığı zamanlarda da annesinin dertleriyle derin yoldaşlığına tanıklık etmişliği vardı. Hem de sıkça olurdu bu. Anne konuşmanın bir ya da birkaç yerine, aralara, bazen cümlenin başına, bazen sonuna, o sırada uygun bulduğu neresi varsa bir dert sıkıştırırdı. Şaşırırdı genç Beyefendi bu vaziyete. Oysa en azından diyordu içinden teorik olarak annemin dertli olmaması gerekirdi. Bunca dert yükü fazla... Acaba? Kuşku... Biraz daha düşün usta. Bilmediğin derin iç sıkıntıları, vicdan sızıları, üstü örtülü acıları olmasın annenin? Yok canım, o kadar da değil! Hemen her şeyi biliyorum işte, büyük acı yok. Ayrıca annem derin acıyı örtemez. Bir dakika... O zaten örtmek için katlanmıyor ki acıya? O acısını sergiliyor, yeri geldiğinde! Başkalarının duymasını, bilmesini, hatta şiddetle hissetmesini de istiyor acısını. Konuşmayı, içini dökmeyi seviyor. Rahatlıyor böylece. Bu konuda da başkalarının ne düşüneceği umurunda değil. Peki acıyı sevme hali mümkün mü diye geçirdi içinden. Sanırım diye yanıtladı kendi sorusunu şaşırarak.

Aradan yıllar geçti. Hayat daha bir olgunlaştırdı onu. Ve acı konusunda önceki merak katsayısı, sonra da bilgi birikimi arttı.

Derdi, tasayı, acıyı, inlemeyi, kaybetmeyi, gözyaşını önceleyen onca şarkının sözleri üzerine ciddi düşüncelere daldı Beyefendi. Bunların kaynakları üzerine kafa yordu. İnsan denen yaratığın iç dünyasına dalıp çıkmayı öğrendi az da olsa. Ve duyumsadıkları, sezdikleri konusunda bazen hayretler içinde kalırken, bazen de o alandaki karanlık ürküttü onu. Ve yıllar akıp gittikçe hayatın bu alanında annesinin hiç de yalnız olmadığını anladı. Bu insanların dertlerini yoldaş ettiğini, mesela doktorların kendilerine "hastasınız" yerine, sağlıklarının yerinde olduğunu söylediğinde ciddi olarak üzüldüklerine bile tanık oldu.

Şaşırdı ve dedi ki:

Acı, bazı insanlar için varoluşun kuvvetli argümanlarından biridir. Hay Allah, yahu bu dert denen meret insanı tedavi edici bir özelliği barındıyor olmasın bünyesinde?

***

İŞTE O KADAR

Hiç kimse geçmişini geri satın alabilecek kadar zengin değildir.

Oscar Wilde

***

OKUYUNUZ

Evinin taksitlerini ödemekle uğraşan George Bowling 45 yaşında, evli ve çocuklu ve kasvetli hayatından kurtulmak isteyen bir sigorta pazarlamacısıdır. 1939'da patlak verecek olan savaşın gelişini; yemek kuyruklarını, askerleri, gizli polisi ve zorbalığı görerek korkmaktadır. Ve çocukluğunun dünyasına, huzur ve sükûn dolu bir yer olarak hatırladığı köyüne sığınmaya karar verir. George Orwell "Boğulmamak İçin" adlı eseriyle bir okuma şöleni daha sunuyor okura...

***

İNSANCA

Salaş bir binanın önünde merdivenler. Aylakları çıplak bir küçük. Çaldığı parçayı bilmiyoruz. Ya da parça mıdır çaldığı? O da belli değil. Peki çocuğun akıbeti ne oldu daha sonraları? Bilgi sahibi değiliz. Ama bir şeyi iyi biliyoruz. Bu küçüğün kendisini dikkatle, belki de can kulağıyla dinleyen sağlam bir hayranı var...