Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Adnan İSLAMOĞULLARI
Adnan İSLAMOĞULLARI

Yeni Parti ya da sen olsan ne yapardın?

İki arkadaş at sırtında günlerdir yoldadır, gecenin kör karanlığında solgun ışıkları görünen hana doğru sürerler atlarını hızla. Hanın önüne geldiklerinde atlarını ağaca hafif bir düğümle bağlarlar, kendilerini karşılayan yamağa atlarına yiyecek ve su vermelerini söyleyerek içeriye girerler. İçerisi loş ve gürültülüdür. Büyükçe bir masaya karşılıklı otururlar, kılıçlarını sandalyelerine dayarlar. Hancının iri küpeli, bol göğüs dekolteli ve biraz da şuh karısı elindeki şarap sürâhisini masaya bırakır. Masadaki iki bardağa şarap doldurur ve "Çok yorgun ve kurt gibi aç görünüyorsunuz. Önce güzel şaraplarımızdan bir yudum için de kendinize gelin beyler. Ben de masanızı donatayım" der. Çekilirken poposuna şaplağı yemiştir, "Et taze değilse koca poponu kesip yiyeceğim bilesin" der masadakilerden birisi. Bir süre geçtikten sonra hancının karısı, iki büyük tabağı misafirlerin önlerine koyar. Tabakların birinde diğerinden çok daha büyük olduğu bâriz olan kocaman bir et parçası iştah kabartan şekilde tahrik etmektedir. İki arkadaştan birisi büyük et parçasının bulunduğu tabağı önüne çeker ve ilk ısırığını alır kızarmış etten. Diğeri şaşkın şaşkın bir önündeki küçük et parçasına bir de arkadaşına bakmaktadır.

"Neden öyle yaptın?" diye sorar.

"Ne yaptım ki?" der arkadaşı.

"Daha ne yapacaksın! Masadaki büyük et parçasının bulunduğu tabağı kendi önüne çektin, küçüğünü bana bıraktın."

Bir yandan günlerdir süren açlığın iştahıyla etten ısırıklar koparmaya devam eden, gâyet sâkin bir şekilde sorar:

"Sen olsan ne yapardın?"

Diğeri biraz da mağrur ve kendine güvenen bir edâyla cevap verir:

"Küçük etin bulunduğu tabağı kendime alır, büyük etin bulunduğu tabağı ise senin önüne koyardım."

Birkaç büyük ısırık eti midesine indirmiş olduğu halde önündeki etin büyüklüğü hâlâ bâriz şekilde diğerinden kallâvice olan aynı sâkinlikle cevap verir:

"Tamam işte, tam da senin dediğin gibi, büyük et benim önümde, küçük et senin önünde, neden şikâyet ediyorsun?"

***

Bir romandan alıntı ya da bir film sahnesi değil yazdığım, Yunan felsefesindeki paradokslardan birisi.

Yeni partiden bahsediyorum, hani o "Yeni parti küçük MHP olmasın, MHP'deki hastalıklar bu bünyeye taşınmasın, bütün kesimleri kucaklasın, liyakate değer versin, vatanseverlerin merkezi olsun" gibi prensiplerde anlaşılan yeni partiden bahsediyorum.

Şimdi öyle oluyor, neden şikâyetçiyiz?

Sabahattin Ali'nin 'Kürk Mantolu Madonna' isimli romanındaki Raif Bey'in bir sözünü de aktarayım:

"İlk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde, ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz."

Neden böyleyiz biz?

Hiç tanımadığımız bir insan hakkında bile yargımızı yapıştırıveriyoruz hemen, tanıma ihtiyacı bile hissetmeden ilmeği geçiriveriyoruz boynuna, alenen hakaret ediyoruz. Hiç tanımadığımız bir insana, vatanı en az bizim kadar sevme hakkını, vatansever olma hakkını vermiyoruz. Sahip olup da vazgeçtiği imkânlardan dolayı mahkûm ediyor bir diğerimiz; "Hımm, bu imkânları bırakıp geldiyse vardır bir bit yeniği" diyoruz. Yani, bahse konu dünya devinde asgarî ücret, artı sigorta, artı yol parası ve artı sodekso ile mi çalışması gerekiyordu nezdimizde mâsum olması için? Referansının illâ ki bir ocaktan mı gelmesi gerekiyor iyi bir insan olabilmesi için, vatansever olabilmesi için, fedakârlık yapabilmesi için? Bütün bu hasletler bizim tekelimizde mi? Eğer öyleyse bizim hâl-i pür melâlimizin sebebi ne?

Sabır ile sebat atlastan kumaş olurmuş...

Derdimiz Türkiye... Derdimiz Türk dünyası... Derdimiz vatan... Derdimiz ülkenin geleceği...

Derdimiz, siyasal İslâm denilen ve içinde İslâm'dan başka her türlü madrabazlığın ve ahlâksızlığın bulunduğu son on beş yılın tüm tahribatlarını onarmak ve güçlü, onurlu, haysiyetli, adâletli, hakkâniyetli, barış içinde, berâberlik ve kardeşlik duygusunun yeniden yeşertildiği, güven hissinin yeniden inşâ edildiği, fırsat eşitliğinin sağlandığı, nimet ve külfetin adâletli dağıtıldığı, ordusu güçlü ve caydırıcı, yargısı ve erkleri bağımsız, şehirleri talan ve tarûmar edilmeyen, kültür varlıkları korunan, zeytinlikleri doymak bilmeyen müteahhitlerin azgın iştahlarına kurban edilmeyen, üretime, istihdâma ve teknolojiye dayalı bir kalkınma, kurduğu yan şirketleriyle kâr eden değil yalnızca vatandaşa hizmet eden bir belediyecilik, daha ilkokuldan başlayan bir çevrecilik, ezberden kurtarılan bir laik eğitim, tüm inançlara ve alt kültürlere saygılı ama mesâfeli bir devlet, siyasetten arındırılmış ve arka bahçe olmaktan kurtarılmış bir Diyânet, israftan, iltimastan ve irtikaptan kurtarılmış bir kamu, mütevâzı devletlûlar...

Bütün bunlar değil mi hepimizi hayatımızı geçirdiğimiz bir yapıdan koparan ve yeniden bir araya getiren, "Bir yol bulamazsak kendi yolumuzu yaparız" dedirten?

Sabır ile sebat atlastan kumaş olurmuş...

Yazarın Diğer Yazıları