Anadolu’nun bilinen tarihinden bugüne kadar insanlar isteklerini, dertlerini, sevinçlerini kimi zaman duvar resimleriyle, kimi zaman küçük heykelciklerle anlatmaya çalışmış. Daha sonra bu hüzünler, mutluluklar kimi zaman ozanların sazında, dokunan kilimlerde dile getirilmiş. Yüreğini sazla, kilimle ifade edemeyen kimi güçler ise çatışarak, mücadele ederek, kan dökerek dile getirmiştir.
Oklar, kılıçlar bu ifadenin simgesi olmuştur.
Anadolu insanı, kendi iç dünyasını anlatırken aynı zamanda toplumun ruh dünyasını da ifade etmiştir. Pir Sultan’dan, Köroğlu’na, Karacaoğlan’dan Emrah’a, Veysel’den günümüz ozanlarına kadar bu gelenek böyle devam etmiştir. Ozanlar bu ifadeyi barış diliyle ve hep barış adına yapmıştır, yansıtmıştır. Sazda, kopuzda, tarda seslendirilen bu dertler, bu istekler aynı zamanda evrenseldir de. Dokunan kilimler de öyle… Kilimi dokuyan el, özellikle kadınlarımız, barış diliyle ve barış adına, yaşadığı ne kadar dert, keder, üzüntü, savaş, ölüm, afat varsa ve ne kadar sevinç, mutluluk, istek, beklenti varsa hepsini ipliklerle, düğüm düğüm kendince anlam yüklediği şekillerle, çiçeklerle dile getirmiştir. Bu yüzden en ünlü ressamın tablosu gibidir Anadolu’da dokunan her bir halı, her bir kilim. Eskir, eskidikçe değeri artar. Zaman geçer üzerindeki şekiller, desenler, çiçekler anlam kazanır. Ve biz yıllar sonra okuruz, anlarız kilimin, halının üzerindeki iletiyi. Dokuyanın kimliği de sıkışmıştır her düğüm arasına.
Saz ve kilim bu ifadenin simgesi olmuştur.
Kadim Anadolu kültürünün, yüzlerce medeniyete beşiklik etmiş Anadolu insanının, her türlü dert ve sevincin, düşünce ve isteğin bir simgesi daha vardır: Yemeni…
Yemeni değişik Anadolu coğrafyasında kah Tülbent olmuş, kah Yazma olmuş, kimi yerde Dildade olmuş, Karadeniz yöresinde Çember veya Keşan, Diyarbakır’da Havık, Urfa’da Çefi, namazda- niyazda Beyaz Örtü (Namazlık), kına gecelerinin vazgeçilmezi ise Al duvak…
Türkçe midir, yahut başka dillerden mi gelmiştir, tartışmasını şu anda ele almak istemiyorum. Benim şu anda üzerinde durduğum hem Anadolu’da ifade ettiği anlama bir bakmak hem de Anadolu kadınını ona yüklediği anlamı incelemek. Öyle ki öz be öz kültürümüzü araştırdığımızda ‘Yemeni’ ile ilgili zengin bir hazineyle karşılaşıyoruz. Bir bakıma ‘Her Yemeninin bir öyküsü var!’ gerçeğine ulaşıyoruz.
Büyüklüğünden tutunuz da rengine, desenine, nakışına, çiçeğine; kenarındaki pullarından, boncuğuna; başa bağlama biçiminden, düğüm atılışına kadar binlerce anlam ihtiva eden bu simge, mutlaka araştırmaya değer bir kültür hazinesidir şimdi.
Yüzyıllar öncesinde Köroğlu, ‘İlle mavili mavili’ diye seslenmiş,
“Kimi şeker şerbet ezer
Kimisi tülbentten süzer
Kimi inci mercan düzer
İlle mavili mavili”
Tokat’ta sarı yazma olmuş,
“Başındaki Yazmayı da
Sarıya mı Boyadın
Neden Sararıp Soldun da
Sevdaya mı uğradın”
İstanbul’un anonim türkülerinde hem inci’sinden hem hare’sinden bahsediyor:
“Yemenimde hare var
Yüreğimde yare var
Ne ben öldüm kurtuldum
Ne bu derde çare var
Of aman hoş dilli
Başında yazması incili
Çürüttüm otuz iki mendili
Bulamadım o yarin dengini”
Çok nadirdir tabiatın renklerine, çiçeklerine derin anlamlar yüklensin Yemenilerde ve Yazmalarda; ama bu topraklarda yüklenmiş. Konuşulmuş, koklaşılmış, dertleşilmiş renklerle, çiçeklerle. Yemeniyi işleyen gelinin kaynanası ile bir sorunu varsa, başındaki örtüye, ‘Kaynana Dili Çiçeğinden’ bir motif işlemiş; aşık genç kız, kimseye duyurmak istemediği sevdasını ‘Sümbül çiçeği’ ile anlatmış; çünkü ‘Sümbül’ aşkın ve mutluluğun sembolüdür. Bitmedi daha ‘mor’ ise sümbül kızın âşkını, ‘pembe’ ise nişanlı kızı, ‘beyaz’ ise aşka olan sadakati dile getirmiş. İnanılmaz değil mi? Düşününüz şimdi: bu coğrafyanın insanı ‘Yazmasında’, ‘Yemenisinde’ ‘Karanfil’in güzelliği, ‘Papatya’nın saflığı, ‘Nergis’in sevdayı, ‘Çilek’in çileyi temsil ettiğini anlatmış. Dahası, ‘Yeşil oya’ mutluluğu, ‘Sarı oya’ mutsuzluğu ve bezginliği, ‘Mavi oya’ ise nazarlığı ifade etmiş.
Öte taraftan sevdaya yakalanan erkek, sevdasını ‘Karanfil’ takarak anlatırken; kadınımız ‘Sarı nergis oyasını’ başına bağlayarak sessiz sessiz ümitsiz aşkını haykırmış. İrfan sahibi Anadolu’nun ‘Yeni gelinleri’ başlarına ‘Erik çiçekleri oyalarını’, bebek bekleyen ‘Müjde oyasını’, çocuk doğuranlar ‘Dal oyası’ işleyerek mutluluğunu dillendirmiş, duyurmuştur.
Yemeniye yazarlar da dikkat çekmiş, eserlerinde dile getirmiş:
Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Başını kulaklarının hizasından bir yemeni ile sıkıca kundakla.”
Reşat Nuri Güntekin, “Kınalı saçlarının üstüne yeşil bir yemeni örtmüş, arkasına ferâce biçiminde koyu bir yeldirme giymişti.” cümleleriyle yemeniyi eserlerine taşırken,
Reşat Ekrem Koçu bir tanımda bulunuyor: “Kandilli yemenileri, nakışlarının etraf çizgileri kalıpla basıldıktan sonra çiçekler ve yapraklar teker teker elde fırça ile boyanırdı, emsalinden kat kat üstün kıymet taşımaları da bundan ötürü idi.” diyerek değerlerini okuyucuya izah ediyor.
Anadolu’da renklerin, desenlerin işlendiği yemeni zenginliği hiç bitmiyor. Boncuk işlemeli beyaz tülbent Diyarbakır’da evli kadınların simgesi olmuş; kayınvalideye ‘Çayır çimen oyası’ yapıp yollayan gelin, ‘Ailemiz huzurlu, mutlu olsun!’ istemiş; kaynana gelinine ‘Gelin Parmağı oyası’ göndermiş ise ‘güzel günlerin isteği’ anlamını yüklemiş; nişanlı kız evlilik istiyorsa başına, ‘Badem çiçekli oya’ bağlarmış; ‘kayınvalidenin gönlünü yapmanın ne kadar zor olduğunu’ anlatmak için, ’Zembil oyası’; kızın veya gelinin, ‘narin ve güzel’ duygulu olduğunu anlatmak için ‘Gelincik oyası’ işlenirmiş; kayınvalidesine sevgi besleyen ‘Sarmaşık oyası,’ sevgi beslemeyen gelinler, ‘Kıllı Kurt oyası’ takarmış; gelin, ‘Aramızdaki soğukluk mezara dek sürsün!’ diye düşünüyorsa, gelin başında ‘Mezar taşı oyalı’ yemeni bağlarmış; kaynanasının dırdırından bunalan gelin, acı ve çok konuşan kaynanayı ifade ettiği için ‘Kaynana dili oyasını’ tercih edermiş; yeni gelinler, bekar görümcelerinin bir an önce evlenip gitmesi için, ona ‘Menekşe oyalı’ yazma işlermiş; ‘Elma Çiçeği oyasının’ bahar, sevinç ve müjde anlamları varmış; kocasına aşık kadın ‘Gül’ motifini; ömür boyu mutluluk isteyen ‘Üzüm oyasını’; ‘Güllü oya inciliyse’, ‘Yalnızım ve senin için gözyaşı döküyorum!’; ‘Erik çiçekli oyalar’, eşi tarafından sevildiğini, ‘Yaban Gülleri’ kocanın gurbette oluşunu anlatırmış; kocasıyla arası açık olan kadın, yemenisine ‘Biber Baharı Çiçeği oyası’ işlermiş; ‘Kırmızı Acı Biber oyası’ ‘Kocayla aranın açık olduğunu; başını ‘Çalı- çırpı oyalarla’ süsleyen ‘Eşinin ilgisizliğinden’; ‘Çarkıfelek oyası’ mutlu olamayan gelinin ‘Sessiz çığlığını’; ‘Kızılcık oyası’, derdini ifade edemeyen kadınların “Kan kustum kızılcık şerbeti içtim” manasında yorumlanırmış. ‘'Kaçan Kızın Eteği' yörede kaçarak evlenen kızları, 'Elti Çatlatan oyası’ kıskançlığı anlatması tesadüf olabilir mi? Bütün bunlar eşi benzeri olmayan Anadolu kadınının duygu, hayat, hayal ve inanç dünyasının haykırışı değil midir? Peki ya tarladaki ‘Arpa’nın Anadolu kadının yemenisinde ‘Bereket’ olmasına ne dersiniz? ‘'Çitlembik Ağacının’ ‘Nazara’ iyi geldiğini öğreniyoruz. ‘Boncuk Oyası’ nın sadece yazmanın kenarındaki süs olmadığını, aynı zamanda kadının takısı, el sanatı, ziynet eşyası, gözyaşı, göz nuru olduğu ‘Yemeni’ olmasaydı nereden öğrenecektik. Bir de bilmi, kültürü, tarihi şaşırtacak biçimde toplumsal yapıyla iç içe olan yemeni oyaları, aldığı isimlerle de şaşırtmaktadır: İğne işi kimi yerde ‘Zeki Müren kirpiği’, ‘Türkan Şoray kirpiği’ gibi isimler alırken kimi yerlerde ‘Sarhoş Bacağı’, ‘Çoban Biti’, ‘Bekâr biti’, ‘Garip Yuvası’, ‘Topal Kız’, ‘Kral kızı’, ‘Saray Süpürgesi’, ‘Elti Eltiye Küstü’, ‘Hanım Çantası’, ‘Ergen bıyığı’, ‘Aşık yolunu şaşırmış’, ‘Medine çiçeği’ gibi motifler de Yemeniye anlam yüklemiş. Bu da şüphesiz sessiz Anadolu kadınının ifade ve gönül zenginliğinin eşsiz ifadesidir elbette.
Şüphesiz ki ifade ve gönül zenginliği, Anadolu’nun bağrındaki rengârenk çiçekler, zor tabiat koşulları, coğrafi şartlar Türk kadınına ilham vermiş; bu ilhamlar Yemenide, şehirlerin, köylerin adını alarak kimi yerde sevgi, kırgınlık, sevinç, üzüntü anlamlarına dönüşürken kimi yerde isyan edercesine sessiz çığlıklara dönüşmüştür. ‘Aslanağzı’ oyası Bolu’da, ‘Sultan tacı’ Ankara’da, ‘Çarkıfelek’ Tokat’ta, ‘Sarmaşık’ ve ‘Gül’ Nallıhan yöresinde, ‘Çınar yaprağı’ Mudurnu’da Türk kadınının yaşattığı dünyadaki ender güzelliklerden birkaçıdır. Hele ‘eltiler arası’ huzurun, berraklığın devamı için el emeği göz nuru hazırlanmış ‘Kütüle’ oyası bugün Adana ve çevresinde gönüllerin süsü olarak yaşamaktadır.
Ünlü yazar Reşat Nuri Güntekin’in dediği gibi ‘Anadolu insanı alim değildir ama ariftir.’ düşüncesi o kadar doğrudur ki eğitim görmediği halde ‘yemenisine, yazmasına’ işlediği ‘İğne oyasıyla’ konuşmaya gerek duymadan iç dünyasını tüm dünyaya haykırmıştır.
Anadolu’daki çeyiz bohçaları bu haykırışlarla doludur.
Arif Anadolu erkeği ise ‘Yemenideki’ rengin, desenin, pulun, boncuğun ne anlama geldiğini; yapılan ilan-ı aşkları, sevip de kavuşamayanların sessiz haykırışını, çocuğu olmayan kadının hüznünü, asker yolu bekleyen ananın yüreğindeki hasreti bilge duruşuyla hissetmiş; kuraklığın, kıtlığın, susuzluğun, evdeki hastanın ıstırabını yüreğinin sesini dinleyerek çözmüştür. İşte bu nedenledir ki Anadolu kendi filozoflarını, Hoca Nasrettinler’i, Dedem Korkutları, Pir Sultanları, Yeseviler’i, Yunuslar’ı kendi bağrından çıkarabilmiştir.
kadınının elindeki ‘Yemeni’, onun gönlünün sesi soluğu olduğu kadar, kendi iç dünyasının en güzel en zarif ifadesi, en anlamlı haykırışı da olmuştur. Toplumsal baskı nedeniyle susturulan bir kadının çığlığı, bazen aşk acısı, gönül koyması, sitemi, hicran yarası; bazen de mutluluğun, mutsuzluğun, müjdenin, dargınlığın mektubu olmuştur. Peki dargınlığını hiçbir söz söylemeden zarif ama anlamlı motiflerle anlatan acaba kaç millet var dünyada? Öyleyse atılan her ilmekte, gördüğünüz her düğümde ya bir sitem ya bir gözyaşı ya da görünmez bir sevdanın sesi gizlenmiştir. Belki atılan her ilmek bozulan ilişkileri düzeltmek içindi, belki pişmanlık için belki atılacak son adımdı.
Türk kadınının günlük hayatında başını bağladığı, sıradan bir eşya gibi görünen ‘Yemeni, Yazma, Tülbent aslında hiç de basite alınmayacak zengin bir kültür birikimi oldu yüzyıllarca. Yemenideki o nakışların, renklerin, incilerinin toplumsal simgeye dönüşmesinin yanında belki ondan daha da önemli olana Yemeninin bağlanma şeklidir. Öyle ki Halk Bilmi araştırmacılarına göre ilk çocuğuna hamile olan kadınlar için hamileliğinin 5. veya 6. ayında ‘Baş bağlama töreni’ düzenleniyor. Çok önemlidir bu tören; çünkü törenden sonra evdeki söz hakkı kadına geçiyor ve kadının onayı alınmadan mal bile alınıp satılamıyor tıpkı eski Türk töresinde olduğu gibi.
Bundan daha da önemli bir gelenek yaşamaktadır Anadolu’da:
Aşiretler, sülaleler, oymaklar, geniş aile toplulukları Anadolu’da her türlü sevinci, üzüntüyü; düğünü, bayramı; hoşgörü ve kavgayı birlikte yaşamaktadır. Kimi zaman kavgalar anlaşmazlıklarla sonuçlanıyor ve hatta silahlı kavgaya bile dönüşebiliyor. Aileler arasında kan akıyor. Tabi ki bu durumda aile ileri gelenlerinin araya girip çözümler bulmaya çalıştıkları görülüyor. Ama ne yazık ki husumet devam etmiş olay kan davasına dönüşmüştür artık. İşte tam da bu sırada ailenin en yaşlı kadını, şayet yaşlı kadın yoksa en genç gelini, ortaya çıkıyor; bütün Aşiretin, Oymağın, Beylerin, Ağaların önünde, başındaki ‘Yemeniyi’ çıkarıyor ve atıyor ortaya.
‘Yemeni’ tüm anlaşmazlığı sona erdiriyor adeta bıçak gibi kesiyor tıpkı Gordion’un düğümü çözmesi gibi. Bu çözüme hiç kimse itiraz etmiyor, edemiyor; çünkü sahnede Türk Kadını var. Bu, dünyada eşi benzeri olmayan çözüm yöntemi Anadolu kültüründe, Türk kadınının ‘Yemenisi’ ile sağlanıyor.
Anadolu’da gün gelmiş dağlar, yaylalar, nehirler simge olmuş türkülerde ağıtlarda: Hasan dağı, Ağrı dağı, Sakarya nehri gibi; gün gelmiş oklar, kılıçlar türkülerde işlenmiş Köroğlu’nda olduğu gibi; Kurtuluş Savaşı’nda ‘mavzer’ sembol olmuş. Ve tarihin her sayfasında kilim, dilimizde saz simge olmuştur en umutsuz dönemlerde.
Günümüzde ise hemen her yerde, hele şu seçim koşuşturması içerisinde elimizde, boynumuzda, başımızda, gazetelerde, televizyonlarda, meydanlarda yumak yumak, düğüm düğüm ve rengarenk ‘yemeniler ‘dolaşıyor elden ele. ‘Yemeni’, seçim meydanlarında sembol oluyor. Sokaklarda, caddelerde binlerce Türk kadınının elinde değişim için yola çıkanların sembolü oluyor tıpkı diğer sembollerde olduğu gibi.
Burada önemli olan Türk Kadınının ortaya çıkmasıdır. Anadolu’nun ‘Anasının’, Nene Hatun’unun, Kara Fatma’sının, Halide Edibi’nin ortaya çıkmasıdır. Her yönüyle yerli ve milli bir çözümün kendiliğinden ortaya çıkmasıdır. Sorunları bir kadının el maharetiyle çözmek istemesidir. Anadolu kadınlarının da destek vermesi, omuz vermek istemesi bu yüzdendir.
Türkiye, tarihi kararını vermek üzere 24 Haziran’da Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri için sandık başına davet edildi. Partiler ve Cumhurbaşkanları adayları yoğun bir şekilde halkın huzuruna çıkıyor. Adaylar arasında sadece İYİ Parti’nin kadın Cumhurbaşkanı adayı Meral Akşener’i de, kadın seçmenlerinin çoğunlukta olduğu mitinglerde görüyoruz. Kadın adaya, kadın seçmenler yurdun dört bir köşesinde yoğun ilgi gösteriyor. İlginin ötesinde her kadın meydanlara elinde ‘Yemenisi’ ile geliyor; ve ‘Yemenisini’ kadın lidere teslim ediyor. Binlerce, milyonlarca ‘Yemeni’… Renk renk, desen desen, çeşit çeşit ‘Yemeniler’… Her birinde ayrı ayrı öykülerin, ayrı ayrı dertlerin, sevinçlerin, iletilerin gizlendiği milyonlarca ‘Yemeni’… Baskıdan özgürlüğe, yokluktan varlığa, kimliksizlikten benliğe dönüşen, sembol olan ‘Yemeni’… Anadolu Türk kadınının varlığının, kimliğinin, özgürlüğünün simgesi olan ‘Yemeni’…
Sessiz haykırışın, değişimin, adeta bir devrimin habercisi olan ‘Yemeni’ meydandadır. Tam da çözümsüzlüğün ortasına atılmıştır. Anadolu kadını sorunlarına sahip çıkmıştır. Bizzat halkın başlattığı bu ‘Yemeni Hareketi’, bu güne kadar Anadolu’da olduğu gibi bu gün de Meral Akşener liderliğinde kadın hareketini kucaklamış, zafer yolculuğuna çıkarmıştır.
Kabına sığmayan ‘Yemeni Hareketi’ne bu gün kulaklarını kapayan, görmezlikten gelen Türk basını, yarın bu halk hareketini araştırmaya başlayacaktır. Onlar da sahip çıkacaktır. Sonra bu hareket dalga dalga yayılıp dünya medyasının gündemine düşecektir.
Ve o renginde, deseninde binlerce öyküyü barındıran ‘Yemeni’ romanların, filmlerin konusu olacaktır.