Büyük Önder Atatürk, 1924 yılında savaşın geçtiği yerde yaptığı konuşmada daha önce hiç kimsenin bilmediği detayları açıkladığı konuşması gündeme geldi. Günümüz Türkçesine uyarlanan konuşmadan dikkat çeken anılar oldu. Bunlardan biri de Atatürk’ün esir Yunan subaylarını sorgulaması anında yaşanan bir olay.
Atatürk, çeşitli rütbedeki esir subaylarla görüştüğü esnada bir subay, istemeyerek General Trikopis’in ve 2. Kolordu Kumandanı General Digenis’in Türk ordusunun çemberinin içinde bulunduğunu açıklıyor. Atatürk bunu duyunca Kemalettin Paşa’ya “tüm düşman generallerini mutlaka esir alın” diye emir verince esir subay baygınlık geçiriyor.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 30 Ağustos Zaferi’nden iki yıl sonra 1924 yılında savaşın geçtiği yerde yaptığı konuşmada zaferi anlattı ve daha sonra yapılacak devrimlerden söz etti. Atatürk, toplumu dönüştürecek laiklik ilkesine dayalı büyük devrimlerin işaretlerini veriyordu. Bu önemli konuşmanın Türkçeye uyarlanmış tam metnini Cumhuriyet Gazetesi aynen yayımladı.
Cumhuriyet Gazetesi’nden Alev Coşkun, Atatürk’ün ağzından çıkan o konuşmayı günümüz Türkçesine uyarladı.
İşte o metin:
Efendiler, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri’nin verdiği kıymetli anlatımla burada hazır olanlar “Afyonkarahisar-Dumlupınar” Meydan Savaşı’nın ve kesin sonuç veren 30 Ağustos Savaşı’nın yürüyüşü hakkında genel bir fikir edinmişlerdir. Beş gün kesintisiz, geceli gündüzlü süren bu büyük meydan savaşının gerçek niteliği bugün verilen anlatımdan ziyade, yarın tarihin hükümleri, araştırmacıların inceleme ve değerlendirmeleri okunduğu zaman daha açık, daha kapsamlı bir surette anlaşılacaktır.
Beni, milletim, Türk milleti, emniyet ve güvenine layık görerek bu harekâtın başında bulundurdu. Bu görev ve memuriyetimin mutlu hatırasını milletime karşı daima en derin gönül bağlılığı duygusuyla, haz ile, onurla, saklıyorum. Görevlerini milletin vicdani arzusuna, gerçek ihtiyacına, yalnız onun yüksek iradesine uyarak yapmış olanlara mahsus bir vicdan rahatlığı ile bugün karşınızda bulunurken hissettiğim mutluluğu anlatamam.
Efendiler, tıpkı bugün gibi (1922) senesi ağustosunun 30. günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman 11. Fırkamız, şu karşıki tepelerde savaşa mecbur edilen düşman ana kuvvetlerine saldırı için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çalköy alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren sebebin ne olduğunu anlatmak için anımsadığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim.
TÜRKÜN PARLAK GELECEĞİ
29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi Harekât Şubesi Müdürü Tevfik Bey, her zamanki gibi, o saate kadar çeşitli karargâhlardan ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinde tespit ve işaret ettiği genel durumu Cephe Kumandanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da derhal Paşa’ya “göster” emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti. Afyonkarahisar’da belediye binasında bana verilen odada yatmakta idim. Beni uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım. Hemen yataktan fırladım. Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şu idi ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetlerini kuzeyden, güneyden, batıdan kuşatmaya uygun bir durum almış bulunuyorlardı. Şu durumda, tasarladığımız ve istediğimiz sonuçları sağlayacağını ümit eylediğimiz durumlar gerçekleşiyordu.
BİZZAT CEPHEYE GİDİŞ
Derhal Fevzi ve İsmet paşaları çağırınız dedim. Üçümüz toplandık. Durumu bir kez daha değerlendirdik ve kesinlikle karara vardık ki Türkün gerçek kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır. Bu karara göre ordulara yeni emir ve talimat yazıldı (6.30 evvelde). Fakat durum o kadar önemli, o kadar sürat ve şiddet talep ediyordu ki bu yazılı emirlerle yetinmek ilerisi için yeterli ve uygun olamazdı. Onun için Fevzi Paşa Hazretleri’nden, bizzat Altıntaş ve güneyinden hareket eden 2. Ordumuzun ve bunun daha batısında bulunan Süvari Kolordumuzun yanına giderek planlarımıza göre savaşı düzenlemesini kendilerinden rica ettim.
4. Kolordu’su ile hedeflediğimiz düşmanın ana kısmını güneyden takip eden 1. Ordu karargâhına da ben bizzat gidecektim. İsmet Paşa’nın karargâhta kalıp genel durumu yönetmesini uygun gördüm. Fevzi Paşa Hazretleri kuzeye hareket ederken ben de otomobil ile şimendifer yolunu izleyerek batıya hareket ettim. Akçaşehir’de 1. Ordu karargâhına saat dokuzdan evvel idi ki ulaşmıştım. Ordu kumandanına bir taraftan cephenin yazılı emri verilirken ben de kendisine sözlü olarak durumu izah ettim ve 4. Kolordu’nun bütün fırkalarıyla ve sürat ve şiddetle, işte bu köyün, Çalyöy’ün batısındaki düşmanın ana kısmını kuşatacak surette savaşa zorlamasını emrettim. Ve ilave ettim ki düşman ordusu mutlaka imha olunacaktır. Ordu kumandanı benim yanımda telefonla Kolordu Kumandanı Kemalettin Paşa’yı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimi bildirdi. Bir süre bu karargâhta kaldım. Devamlı olarak gelen çeşitli rütbedeki esir subaylarla görüştüm. Bunlardan biri kurmay subayı idi. Zavallı, verdiği bilgi arasında, istemeyerek başkumandandan vazifesini alan General Trikopis’in ve 2. Kolordu Kumandanı General Digenis’in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu açıklamış oldu. Derhal yanımda bulunan ordu kumandanına, Kemalettin Paşa’yı bulunuz. Bizzat Trikopis’le beraber bütün düşman generallerini mutlaka esir etmesini söyleyiniz dedim. Bu emir hemen telefonla bildirildi. Zavallı esir subay benim bu emrimi işitir işitmez ikram ettiğim çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi. Daha fazla bu ordu karargâhında kalamazdım. Savaş durumunu gözümle görmek benim için dayanılmaz bir ihtiyaç oldu. Ordu kumandanını da beraber alarak 4. Kolordu Kumandanı’nın gözlem için bulunduğu şu yöndeki bir tepeye geldik. (Arpalık civarında)
Çalköy batısında ve kuzeyinde patlayan topların gürültülerini işitiyordum. Oradan durumu dürbün ile incelemeye uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kesin bir lüzum ve ihtiyaç hissediyordum ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek gereklidir ve buyrun gidelim dedim. Otomobillere atladık, bu tepeye gelen yola dahil olduk. Ara sıra yolumuzun soluna düşman mermileri düşüyordu. 4. Kolordu’nun fırkaları doğudan batıya yolumuzu kat ederek seri adımlarla ilerliyorlardı.
Biraz evvel dediğim gibi, saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk. Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve düşmanın inatla savunduğu savaş mevzilerinde süngü hücumlarıyla dahil olarak kesin sonuç almak zorunluydu. Bunun için bütün kıtaların en üst fedakârlıkla ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hata gizlenmeye bakmaksızın ateş bölgelerine girip düşman bölgesini sarsmasını istiyordum. Yanımdaki kumandanlar bu görüşlerimi anlar anlamaz derhal ve en asabi bir suretle harekete geçtiler. Ne yazık ki şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan kahraman bir süvari subayına birkaç kelime not ettirerek düşman mevzilerini kuzeyden saran 2. Ordu’ya gönderdim. Ve sözlü olarak burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu subay görevini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek bilgi de vermişti. 11. Fırka’nın kahraman kumandanı Derviş Bey bizzat ileri atılarak bütün kuvvetiyle düşman bölgesine ilerliyordu. Kolordu Kumandanı Kemalettin Paşa güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı diğer fırkalarına yeniden yeniye harekâtı şiddetlendirmek ve hızlandırmak için emirlerini ulaştırıyordu. 2. Ordu’nun 16. ve 61. fırkaları düşmanla ciddi savaşa girişiyorlar, diğer fırkaları da kuşatma çevresini darlaştırıyordu. Bunları görüyordum. Süvari kolordumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu, bana haber getiren süvari subayı söylemişti.
(Esir Trikopis ve kurmayları Ankara’da. Soldan sağa oturanlar: General Dimaras, General Trikopis, Albay Adnan Bey, General Dionis)
KIYAMET KOPMAK ÜZERE
Arkadaşlar, saatler ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: Düşman başkumandanının şu karşıki tepede son gayretiyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü özellik kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen avcı hatlarımızın guruba yaklaşan güneşin son ışınlarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman mevzilerini saran bir daire üzerinde mevzi almış olan bataryalarımızın kesintisiz ve amansız ateşleri düşman mevziini içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu.
Güneş batıya yaklaştıkça, ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğunu bütün ruhlarda hissolunuyordu. Bir an sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım lazımdı. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeliydi. Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırta hücum ettiler. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Tamamen mahvolmuş, perişan bir kılıç artığı kitlesi bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi, çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, acayip bir alaşım halinde kaçış için çıkış arıyordu. Artık gecenin koyulaşan karanlığı sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu.
Efendiler, ertesi günü tekrar bu savaş meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin azameti ve buna karşılık düşman ordusunun içine düşürüldüğü felaketin dehşeti beni çok memnun etti. O karşıki sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün korunaklı ve gizli yerler, bırakılmış toplarla, otomobillerle ve sonsuz teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrukatın aralarında yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhımıza yönlendirilmiş bulunan sürü sürü esir kafileleri ile gerçekten bir kıyamet gününü andırıyordu.
Bu dar ateş ve hücum çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik kılıç artığından ibaret idi. Fakat onlar da daha büyük Türk çemberi içinden çıkmayı başaramayarak başlarında başkumandanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeye mecbur olmuşlardır.
KIRIK KAĞNI ARABASI
Efendiler, ağustosun 31. günü yaklaşık olarak öğlen idi ki yine bu Çalköy’de, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki durumu değerlendirdik. Kazandığımız meydan savaşının bütün savaşı sona erdirebilecek büyüklük ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa yönüne çekilen düşman kuvvetlerini yok etmekle birlikte bütün kuvvetlerle durmaksızın İzmir’e yürüyecektik.
Efendiler, bugünden sonra İzmir’de “Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara”yı görmek için 8-9 günlük bir zaman yeterli gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki bugüne, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çalköy’e gelebilmek için yalnız Sakarya’dan itibaren tükettiğimiz zaman tam bir senedir. Fakat bu kutladığımız zaferi hazırlayabilmek için bir seneyi çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, savaş, sonunda meydan savaşı, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletin çarpışmasıdır. Meydan savaşı, milletlerin bütün varlığıyla, ilim ve fen sahasındaki düzeyleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün maddi ve manevi kudret ve erdemleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan alanıdır. Bu alanda, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve kıymetleri ölçülüdür. Savaş yalnız cismani kuvvetin değil, bütün kuvvetlerin, özellikle ahlaki ve kültürel kuvvetin üstünlüğünü ispat derecesine vardırır. Bu sebeple meydan savaşında yenilen taraf, milletçe ve memleketçe, bütün maddi ve manevi mevcudiyetiyle mağlup edilmiş sayılır.
EGEMENLİĞE SAHİP OLMAK
Böyle bir sonucun ne kadar acıklı olabileceğini tahmin edersiniz. Mahv ve yok olmak, yalnız harp alanında bulunan orduyla sınırlı kalmaz. Asıl o ordunun mensup olduğu millet çok acıklı sonuca uğrar. Tarih, başlarındaki hükümdarların, hırslı politikacıların birtakım hayali emellerle vasıtası durumuna düşen istilacı orduların, istilacı milletlerin uğradığı bu nevi çok acıklı sonuçlarla dopdoludur.
Efendiler, Türk vatanını fethetmek fikrini, Türk’ü esir etmek hayalini genel, ortak bir fikir haline koymaya çalışanların da layık oldukları sonuçtan kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük. Efendiler, kendilerine bir milletin tarihi bırakılmış olan adamlar, milletin kuvvet ve kudretini, yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve elde edilebilir menfaatleri yolunda kullanmakla yükümlü olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki bir memleketi zapt ve işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine egemen olmak için yeterli değildir. Bir milletin ruhu ele geçirilmedikçe bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça o millete egemen olmanın imkânı yoktur. Halbuki asırların doğurmuş olduğu bir milli ruha, kuvvetli ve daimi bir milli iradeye hiçbir kuvvet karşı gelemez.
Esir olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmaya güçlü olacak kadar kuvvetli zorbalar artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti de son mücadeleleriyle, özellikle burada kazandığı zaferlerle, gösterdiği azim ve irade ile bilinen bu gerçekleri bir defa daha tarihin sinesine çelik kalemle kazımış bulunuyor.
TARİHİN DÖNÜM NOKTASI
Milli tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu ve bütün tarihe yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni cereyan vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı. Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu gökte uçan şehit ruhları devlet ve Cumhuriyetimizin sonsuz savunucularıdır. Burada temelini attığımız “Şehit Asker” abidesi, işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu abide, Türk vatanına göz dikeceklere, Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve idaresindeki şiddeti hatırlatacaktır.
SONSUZA KADAR...
Efendiler, bu muazzam zaferin çeşitli etkenleri arasında en önemlisi Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmalıdır. Bu olayın tarihimizde ve bütün dünyada ne büyük ne verimli bir devrim olduğunu izahata lüzum görmem. Milletimizin uzun asırlardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların baskı ve zorba yönetimi altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını yerine getirmek yolunda ne kadar büyük felaketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek milletimizin egemenliğini eline almış olması olayının bütün büyüklük ve önemi gözlerimizde belirir. Gerçi bu büyük zaferin sonuna kadar İstanbul’da halife ve sultan namı altında bir şahıs ve onun işgal ettiği hilafet ve saltanat unvanıyla bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini layık olduğu akıbete ulaştırdı.
TAÇ VE TAHTLAR YOK OLUR
Efendiler, milli egemenlik öyle bir ışıktır ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Avrupa’nın ortasından ta doğunun öbür ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hak ettiği talihi daha güzel anlayabiliriz.
ÇÜRÜMÜŞ GÖLGE ADAMLAR
Arkadaşlar, saraylarının içinde Türkten başka unsurlara dayanarak düşmanlarla anlaşarak Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından kovulması, düşmanların denizlere dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. Türk milletinin kutsal emaneti olan bu topraklarda tam manasıyla efendi olarak yaşaması, ancak o gereksiz ve manasız olduktan başka, mevcudiyetleri tam bir zarar ve felaket olan makamların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilirdi.
Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği kederleri, elemleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar matemler ve felaketler geçirdikten sonra, elbette Türk öğrenmiştir ki vatanı yeniden yapmak ve orada mesut ve hür yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip olmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün evlatlarını toplu ve dikkatli bulundurmak gereklidir.
Efendiler, asırlardan beri inleyerek feryat eden, fakat zorbaların, yalancıların, cahillerin vücuda getirdikleri engellerle canhıraş sesini milletin kulağına duyuramayan zavallı vatan, bugün diyor ki bütün can kulağınızı harap olmuş, sinesinde en derin üzüntüler duymuş annenizin içtenlikli seslenişine daima açık bulundurunuz. Efendiler, Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da, hükümran olmak güç ve yeteneğini göstermiş olan ecdadımız zamanında bu sesi işitmekten men edilmiş olsalardı, Türk toplumunun, Türk ülküsünün, Türk yararlarının korunmuş ve verimli olacağı anavatanı bugünkü harap olmuş şeklinde mi miras alırdık?
VATAN İMAR İSTİYOR
Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve güvenç istiyor, ilim ve bilgi istiyor, yüksek uygarlık, özgür düşünce ve özgür görüş istiyor. Şeref, namus, bağımsızlık, gerçek varlık, vatanın bu isteklerini tamamen ve acele yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir biçimde çalışmayı emreder.
TEK DÜŞÜNCEMİZ TÜRKİYE
Efendiler, asırlardan beri, Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi!... Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir biçimde karşılayabiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şeyi düşünmemek. Ancak bu düşünceyle hareket ederek her türlü esenlik ve mutluluk hedeflerine ulaşabiliriz.
Efendiler, bizim milletimiz vatanı için özgürlüğü ve egemenliği için fedakâr bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz, yaptığı devrimlerin kıskanç savunucusudur da. Benliğinde bu erdemler yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
Efendiler, milletimiz egemenliğini eline aldığı gün -bilmeyen kalmamıştır- en karanlık felaketlerin en derin uçurumun kenarında bulunuyordu. Maddi kuvveti yıprattırılmış, savunma araçları elinden alınmış, maneviyatı, kutsalı saldırıya uğramış, acı bir durumda bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen mevcudiyetini ve bağımsızlığını kurtarmaya karar verdi. Bu kararında başarılı olabilmek için bütün milletin kendine bir hareket hedefi tespit etmesi lazım geliyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde mutlaka başarılı olmayı son emel kabul etmesi gerekiyordu. Millet bütün varlığıyla, bütün fekakârlığıyla, bütün imanıyla o hedefe beraber yürüsün ve mutlaka başarılı olsun lazımdı. Efendiler, o hedef burası idi. Son emel olan başarı, burada kazanılan zafer idi.
Efendiler, milletimiz bundan sonraki çalışmasında da başarılı olabilmek için milli hedefini bütün açıklık ve kesinlikle tüm vatandaşların gözünde ve vicdanında bütün parlaklığı ile tespit ve tayin etmiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz, milletin ülküsü diye adlandırınız. Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki hayali bir manaya kendimizi kaptırmayalım.
Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin ülküsü, bütün dünyada tam anlamıyla uygar bir toplum olmaktır. Bilirsiniz ki dünyada her toplumun durumu, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı uygar eserlerle orantılıdır. Uygar eser vücuda getirmek yeteneğinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından uzaklaştırılmaya mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi baştanbaşa bu dediğimi onaylamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayat şartıdır. Bu yol üzerinde duraklayanlar veyahut bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak cehalet ve gafletinde bulunanlar, uygarlığın coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.
KÖHNE DÜŞÜNCELER
Efendiler, uygarlık yolunda başarı, yeniliğe bağlıdır. Toplumsal hayatta, iktisadi hayatta, ilim ve fen alanında başarılı olmak için yegâne gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayat ve günlük işlere egemen olan hükümlerin zamanla değişmesi, gelişmesi ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın yenilikleri, tekniğin harikaları, dünyayı değişimden değişime uğrattığı bir devirde, asırlık köhne düşüncelerle, geçmişle övünmekle durumu korumak mümkün değildir. Uygarlıktan söz ederken şunu da kesinlikle belirtmeliyim ki uygarlığın esası, ilerleme ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak toplumsal, ekonomik, siyasi güçsüzlüğe neden olur. Aileyi oluşturan kadın ve erkek unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile vazifelerini idareye yetenekli bulunmaları gereklidir.
Efendiler, milletimiz burada kutladığımız büyük zaferden daha önemli bir zafer peşindedir. O zaferin anlamı, milletimizin ekonomi alanındaki başarılarıyla mümkün olacaktır. Bilirsiniz ekonomisi zayıf bir millet, fakirlik ve sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir uygarlığa, güvence ve mutluluğa kavuşamaz; toplumsal ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin idaresindeki başarı da ekonomisindeki kazanımlar derecesiyle orantılı olur. Hiçbir medeni devlet yoktur ki ordu ve donanmasından evvel ekonomisini düşünmüş olmasın. Memleket ve bağımsızlık savunması için vücudu gerekli olan bütün kuvvetler ve araçları ekonominin gelişmesi ve gelişmesiyle eksiksiz olabilir.
ATEŞLİ MİLLETPERVERLİK
Milletimizin sahip olduğu kuvvetli seciye, sarsılmaz irade, ateşli milletperverlik, ekonomik başarıdan kaynaklanacak verimlilikle de yeterli olduğu derecede destek olmak zorunludur. Yüzyıl savaşımında milletimizi başarılı kılacak bir ekonomik yaşam sağlanmasını amaçlayan genel eğitim ve öğretim sistemlerimiz, her gün daha çok esaslaşacak ve elbette başarılı olacaktır.
Efendiler, artık bugün hayat ve insaniyet gerekleri bütün gerçekleriyle ortaya çıkmıştır. Bunlara aykırı olan söylentiler, ahlak ve imana esas olamaz. Gerçek ortaya çıkınca yalan ortadan kalkar. Safsatalar, hurafeler kafalardan atılmalıdır. Her türlü yükselmeye ve gelişmeye yetenekli olan milletimizin toplumsal ve düşünsel devrim adımlarını kısaltmak isteyen engeller mutlaka ortadan kaldırılmalıdır.
GENÇLERE SESLENİŞ
Efendiler, son sözlerimi memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum.
Gençler!
Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık niteliğinin, vatan sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en kıymetli örneği olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.
Arkadaşlar, bu gaza ve şehadet diyarını terk ederken “Şehit Asker”i hep beraber saygı ve tazimle selamlayalım.
Günümüz Türkçesine uyarlayan: ALEV COŞKUN
Kaynaklar:
- Hakimiyeti Milliye, 31 Ağustos 1924
- Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin tarihi nutku, Yenigün Matbaası, 1924
- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 2, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, 1959
- Atatürk’ün Bütün Eserleri (ABE), Cilt 16, s.281-289