Yazmak...
Nerede okudum, hangi kitabın hangi sâhifesinde, hangi risâlenin hangi köşesinde, hangi hâtıratın hangi itirâfında hatırlamıyorum, 'yazmak ölümün elinden hayatı kurtarmaktır' diyordu bir cümle...
Hangi hayatı kurtaracak yazılanlar?
Yoksa ruhumuza ve kalbimize dâir ardımızda bıraktıklarımızı mı?
'Yazmak ve ölümün elinden hayatı kurtarmak...'
"Ölmedikçe nereye gidilir?" diye soran şâir ne kadar da haklı!..
Nereye gideceğiz?
Ya kütüphânemize kaçacağız, ilticâ veya inzivâ belki bu kaçış.
Kitaplar itirâz etmezler, sâhifeleri vefâlı bir dost gibi bekler, sâdıktır, ihânet nedir, unutmak nedir, sadâkatsizlik nedir bilmez. İçinde ne varsa onu sunarlar size.. Sessizdir, ama mütemâdiyen fısıldar âhenkli bir sesle.. Üzerinde biraz toz ve bir nemli koku biriktirir ama asil bir sükûtla bekler...
Ya bir kûşe-i uzlete çekileceğiz yani, o köşede hâtıralarla avunacağız, geriye dönük ayak izlerini, geriye dönük üç beş satıra muhataplığımızı okuyacağız mükerreren, defaatle, mütemadiyen, dönüp dönüp, ezber edeceğiz... Okudukça teselli bulacağız...
Ya da kavgaya atılacağız yeniden, hamle sırasının bizde olduğuna inanacağız, son bir hamle belki...
Peki nasıl?
Biz buz üzerinde, ensemizde lodosun sıcak ve boğucu nefesini hissederken ve Oblomov'a medhiyeler düzerken, Oblomov tembelliğini kutsarken veya bir ekin gibi biçilirken gönlümüz...
Bir taraftan yaşamak yükü omuzlarımızda, "Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimizde, bileyim hangi suyun sakasıyım..." diyordu ya şâir...
Yaşayacağız... Omuzlarımızdaki yaşamak yükünü taşıyacağız...
Yazacağız...
Bir gün gelir de okunur ve hakikatin kalbine değer ve bir ince gönül sızısına dönüşür ve dahi bir 'âh' düşer o gönülden diye... İşte tam burada belki bir hayat ölümün elinden kurtulur ve kelimelerle birlikte can bulur belki diye yazacağız... O yazılanlar, şimdi sıradan harflerin bir araya getirdiği kelimelerden ibâret cümleler olarak bir çırpıda okunan o yazılar, günü geldiğinde, yazıcısının yokluğunda her harfi ayrı ayrı ve defalarca okunur ihtimâline perestiş edilerek yazılacak...
Aslında bir taraftan boş bir çivi bekliyor duvarda, unu elenmiş eleği asacak yer hazır...
Kadîm Isparta cılız çocukları boğarmış...
Bugünün çarkı gürbüz ülkücüleri boğuyor...
Arap şiirinin zirvesi Eb'ul âlâ el-Maarrî, taassup dünyasında en kutsal inançları sorguluyordu. O mutaassıp cemiyet kör bir şâiri boğmadı. Hey hât, bugünün ülkücülerine böyle bir lûtfu da yok çarkın!..
Oysa...
Bir fâhişeye kurbân edilen Yahya kadar, oysa çarmıhtaki İsâ kadar yalnızız...
'Maariften bî-behre' ağızlarda, bir aşûftenin ağzında pervâsızca, terbiyesizce, şuh edâlarla dönüp duran bir sakıza dönmüş kelimeler. Kirleniyor, hayâsızlaşıyor...
Oysa yazmak demek, kelimeleri tüm kirlerinden sıyırmak demek. Çünkü kelimelerin hedefi kalp, his, idrak, şuur, vicdan...
Zeminine perestişle dökülmeli kelimeler, perestişle okunmalı. Perestişle yerden yere vurulmalı gerektiğinde. Perestişle reddedilmeli ama nâmusuna ve niyetine hâlel getirmeden...
Güzel'i, hakikati, ahlâkı, fıtrata yakînliği, insanlığı kaybetmeden...
Cevapsız da olsa, vâdiden aksi sâdânı da dinlesen, böyle olursa ancak anlamlı olabilir yazmak, hâşiyeler, şerhler, mektuplar, der-kenârlar...
Aksi ise, bir ölünün çehresi kadar hissiz cevapları içeren, bir ölünün çehresi kadar donuk...