‘Yavuz ırkçı’ ev sahibini bastırıyor!

Varlığı, fetihler ve dolayısıyla başka kavimlerle temasla geçen Türk milletinin başka toplulukları izole edeceği ‘getto’ ları hiç olmadı... Zamanında o küçük sömürgeci Belçika’ya verilen Ruanda’daki gibi ırmaklarımızdan insan ölüleri akmadı...
Başka devletlerin kimlik bile vermediği, insan yerine koymadığı kavimlere biz ‘Paşa’lıklar verdik... Kılıcımızın en keskin olduğu zamanda bile ‘adalet’ten ayrılmadık... Hiç gaz odalarımız olmadı; ‘saf ırk yaratacağız’ diye insanların gözlerine şırıngayla ilaç vererek, onları mavi gözlü yapmaya çalışan Doktor Mengelelerimiz de...
‘Neslin sağlıklı devamı’ için hasta, sakat ve zayıfların öldürülmesi gerektiğini savunan filozof ve bilim adamları yetiştirmedik, Batılılar gibi... Amerika kıtasını ‘keşfettikten’ sonra yaptıkları katliamları ‘onların insan bile sayılamayacak kadar ilkel’ oldukları gerekçesine sığdıracak çapta aşağılık tecrübemiz hiç olmadı...
Azteklerin, Mayaların, İnkaların mirası nerede? Kızılderililere ne oldu? Brezilya haricinde, Meksika’dan Arjantin’in güney ucunu kadar Orta ve Güney Amerika neden İspanyolca konuşur? Bu dilin fonetik yapısına bayıldıkları için mi? Ya da 190 milyonluk koca Brezilya, neden eskinin namlı sömürgecilerinden 10 milyonluk Portekiz’in dilini konuşur?
Fatih Sultan Mehmet bütün Haçlı tarihi boyunca eşine rastlanamayacak Bosna Kanunnâmesi’ni çıkardığı devirde, Batı’nın sömürgecilik ve ırkçılık ruhu pusuda baş kaldırmayı bekliyordu... Biz ise nizam-ı âlem derdindeydik... Önceliğimiz her şart altında ‘adalet’ti...
Aman dileyene hiç vurmadık, yardım isteyen bütün mazlumlara elimizi uzattık... Bazen de “Yarın canımıza batar mı, batmaz mı” diye hesaplamadan ‘kıymık’ları kucağımızda taşıdık... Öyle komplekssiz ve rahattık ki, fethettiğimiz şehirlerin isimlerini bile değiştirmedik... Cami, köprü, kervansaray yaptık ama kale yapma ihtiyacı pek hissetmedik...
En acımasız, en vahşi saldırı altındayken bile ‘biz’ kalmayı becerdik... Biz Çanakkale’de düşmanımıza su verirken, savaşta esirlere ve sivillere nasıl davranılacağını kurallara bağlayan Cenevre Sözleşmesi’nin imzalanmasına daha 35 yıl vardı...
Önceki yüzyılın başında coğrafyasının her tarafında yangınlar çıkarılırken, o yangınları bir mezalime çeviren etnik unsurların İstanbul’daki soydaşlarından intikam almayı aklımızdan bile geçirmedik, ne Ermeni’den, ne Bulgar’dan, ne Rum’dan...
Sefarad Yahudilerine İspanya dar edilirken de biz vardık el uzatan, 1991 Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’den kaçan Kürtleri topraklarında misafir edip, ekmek paylaşırken de... Şu çağda bile Güney Asyalı veya Afrikalı kaçak mültecileri topraklarına ayak basmadan imha etmek için Adriyatik’te veya Ege’de kurşunlayanlara hiç benzemedik...
Türklerin hâkimiyeti altındaki topraklar, tarih boyunca zulüm altında kalan ve kırılmakta olan kavimlere sadece ‘misafirhane’ değil, ‘yurt’ oldu; Çarlık Rusyasının kırımından kurtulmak için Kafkaslar’dan göçmek zorunda kalanlar gibi... Geleni ayırmadık, ötelemedik, paylaştık, yoldaş olduk, kardeş olduk...
‘Ahali eğlensin’ diye maymunlarla aynı kafeste gezdirilen Pigmelerimiz de, Aborjinlerimiz de olmadı... ‘Zenci’ kelimesinin Türkçe karşılığı hiç türetilmedi... İngiltere’den Bulgaristan’a kadar yayılan taraftar ırkçılığı bizim sahalarımızda hiç görülmedi, küfrün her türlüsü akla gelirken bile kimseye siyah olduğu için hakaret edilmedi, maymun sesi çıkarılmadı, futbol sahalarına muz kabuğu atılmadı...
Atılamazdı, çünkü tarihimizde, siyahların su içeceği ayrı musluklar yoktu, sonra eşitlik sağlıyoruz diye, siyah bir öğrenciyi üniversiteye kabul edip, sandalyesini sınıfın dışına koyarak, ders dinleme hakkı verilen Oklahoma örnekleri hiç yaşanmadı...
‘Irkçılık’ve ‘sömürgecilik’ ancak güçlüyken hayata geçirilebilen kavramlar... Biz en güçlü zamanımızda bile bu kavramlardan uzak durduk, ‘hak ve adalet’i esas aldık... Tarihin gördüğü en kanlı iki savaşı topraklarında başlatanların ideolojisidir, ırkçılık ve sömürgecilik...
Ama kaderin garip tecellisi şimdi siyasî lejyonerler tarafından hesaba çekiliyoruz, “Irkçılık yapmayın” diye... Bu çerçevede, ‘Türk’ kavramını anayasadan çıkarmaya, Türkçe’nin altını oymaya, parçalanmaya itilmek isteniyoruz...
Açık açık Türk ve Türkçe düşmanlığına dayalı örtülü ırkçılığın ve tam anlamıyla gerçek bir asabiyyenin tehdidiyle karşı karşıyayız... Bu kadar müşfik, bu kadar komplekssiz ve bu kadar hakka riayet eden bir milletin adı eğer hedef tahtası haline getiriliyor ve bundan rahatsızlık duyanlar ‘ırkçılık’ la suçlanabiliyorsa, bunun tek bir anlamı vardır: ‘Yavuz ırkçı’ ev sahibini bastırmaktadır...
Başka bir şey değil, olsa olsa hayalî ırkçılığa karşı adı konulmamış ‘kontr-ırkçılık’tır bu...

Yazarın Diğer Yazıları