Yaşlı aslan gibi, efendice...

Yaşlı aslan gibi, efendice...

Geçenlerde belgesel seven biri olarak bir kez daha aslanların dünyasına daldım ekranda. Bir zamanlar dağı taşı korkudan titreten aslanın hikayesinin sonuna geliniyordu artık.

Daha doğrusu aslan hayatının hikayesine son noktayı koymak üzereydi. İki genç erkek çıkageliyor aslanın tahtını ele geçirmek için. Yaşlı aslan vaziyeti tartıyor. Acaba dövüşmeli mi, yoksa son gücünü de toparlayıp gitmeli mi? Vakit dar ve çok geçmeden gitmeye karar veriyor. Muhtemelen kaybedeceğini, bu olmasa bile ağır yaralı olarak hayatta kalmanın sürüye artık liderlik etmeye yetmeyeceğini anlıyor. Ve çekip gidiyor, mahsun, yenilmiş, kaderine razı ama efendice bir tavırla...

Her şey doğal. Bir hayat yaşıyor bu aslan. Sayısız sevinç, neşe, acı, keder, savaş, endişe, bekleyiş, açlık, bolluk, ittifaklar, düşmanlıklar, rekabet, çocuklar, anneler, akrabalar, babalar var bu hayatın bir yerlerinde. Ama hemen hemen hepsi bir zaman dilimi için var. Her biriyle bir zaman için birlikte yürüyor aslan. Ve sonunda da tek başına gidiyor...

İnsanda da bu böyle aslında. Temel mantık, ilahi yasa değişmiyor. Bizim de hayatlarımıza birileri girip bir süre kalıyor, sonra çıkıyor. Ya isteyerek, tasarlayarak ya da zorunlu bazı nedenlerle. Genel olarak, anne ve babalarımız bizlerden önce terk ediyor hayatı. Dostluklarımız, can arkadaşlarımız, kankalarımız, sevdiklerimiz, aşık olduklarımız, işyerlerimiz, ortaklarımız, kader birliği ettiğimiz insanlar, kavga ettiklerimiz, düşmanlar yeri geldiğinde giriyor hayatlarımıza. Ve çıkıyorlar. Ve bu doğal bir süreç... Ancak insan bir tuhaf varlık gibi davranıyor. Çoğumuz doğal olarak yaşanan bir şeyle savaşmayı tercih ediyor, ondan sayısız dram çıkarmaya, acı üretmeye çalışıyoruz. Mesela, hayatımıza birinin girmesi kadar bizimle bir süre yol alması ve zamanı geldiğinde de bizden ayrılma tercihini kullanması neden bu kadar çok üzüyor, öfkelendiriyor bizi? Neden hiç hakkımız olmadığı halde çoğu zaman da güç kullanarak engellemeye çalışıyoruz doğal olanı? Üstelik de elimize hiçbir şeyin geçmeyeceğini bilerek yapıyoruz bunu. Bir aslan kadar olamıyoruz çoğu kez. Bu hayatta payımıza düşeni tevekkül içinde, efendice kabul edip devam edemiyoruz yolumuza...

 

---

 

BEYEFENDİ

***

Gerçek ve akıllı insan

Hayatını zorlaştırmak isteyen bir insanın yapması gereken şeylerden biri de gerçeği eğip bükmeden söylemektir. Kendisi, başkaları ve olaylar hakkında yorum yapmadan evvel, neyin olduğunu olduğu gibi ortaya koyar dürüst bir insan. Yorum ise sonradan gelir. Hayata bakışının emrettiği pencereden bakarsın yaşanana. Doğru olan bu elbette. Aksi durumda iş manipülasyona doğru yol alırken, gerçek, taşıması gereken anlamdan soyutlanarak çıkarların için bir araç haline gelir. Ve işte o andan itibaren de gerçek olma özelliğini kaybeder. Masumiyetini yitirir gerçek.

Hayatının zor zamanlarıydı. Ve becerebildiği kadarıyla denizle yakın ilişki kurmaya çalışıyor, kıyıda oturup hem kendi içini hem dalgaların sesini dinliyor, arada ufukları tarıyor, sonraki yaşamı hakkında dişe dokunur kararlar almak için çaba harcıyordu...

Ne tuhaf bir durumdayım diye mırıldandı bir ara Beyefendi, hayatım hakkında kararlar alıyorum, ama en önemli şeyle, gerçeklerle kavgalıyım. Bırakın dışımdaki gerçekliği, içimdekiyle bile başım hoş değil. Düşünmem gerekir diye çıkıştı kendine sonra... Gerçeği çarpıtmak mı işine geldi acaba? Yoksa onunla eskiden olduğu gibi artık rahatça bağ kuramaz hale mi soktu kendini? Dürüst, temiz, hakkaniyetli, adaletli bir insan iken, kaçak mı güreşmeye başlamıştı hayatla? Yıldızının parladığı anlar gerilerde mi kalmıştı yoksa? Bir çok şeyin yanında artık şans bile bırakıp gitmiş olabilir miydi onu? Cevapları zor sorular bunlar efendi diye seslendi kendine içinden ve ayağa kalkarak son bir kez daha baktı ufuklara.

Ve biraz ilerideki ana yol trafiğine karışmak üzereyken, Bernard Shaw'un o ünlü sözünü tekrarladı birkaç kez:

"Dürüst insan her zaman gerçeği söyler, akıllı insansa yalnızca zamanında..."

Ve sonra da kendi akılsızlığına gülümsedi.

Ve içinin derinliklerinden geldiğini hissettiği ses, bu gülüşün kendine iyi geleceğini fısıldadı kulağına... Ve devam etti:

"Masumiyetinin tuzağa düşmesine izin verme..."

 

İŞTE O KADAR

Ne çok ağladım ben, bir damla yaş dökmeden...

Özdemir Asaf

 

OKUYUNUZ

Nobel ödüllü, Hintli yazar Rabindranath Tagore... Dünyanın pek çok diline çevrilmiş ve milyonların kalbine dokunmuş bir usta... Tagore'un en önemli eseri kabul edilen Gora, insanın kendisini arayışının romanı. Keşif, cesaret ve aşk, zengin felsefi içerikle birlikte genç kuşağın ilgisini çekmeye bir kere daha hazır. Yalınlığı ve güzelliğiyle üstün lirizm içinde aktarılan mistik duyuşlar... Ve birer canlı varlıklar olarak kadın ve erkek kahramanlar...

 

---

 

ÇOCUKÇA

Fotoğraf öyle her istediğinde gelip önüne dikilmez, çek beni diye... Peşine düşer ve sen arayıp bulursun onu. Fotoğraf sanatçısı geçenlerde Eminönü'nde bir kare için iki saat ortalığı taramış, ancak eli hala boş iken, bir bacaksız durumun farkına varmış olmalı ki, ha yıkıldı ha yıkılacak haldeki yoksul evinden fırladığı gibi sokağa attı kendini... Ve sanatçının elindeki fotoğraf makinasının karşısında figürlerini döktürmeye başladı...

(Fotoğraf: Nurettin İğci)