Yeniçağ: Siz Azerbaycan edebiyatının ‘ağır ve zor romanlar’ yazan ender kalem sahiplerindensiniz. Edebiyata nereden geldiniz, yolunuz nereyedir?
Guliyev: Edebiyata köyden geldim. Aşırı mütalaa ederken bir de kendimin de yazdığımı gördüm. Yazdıktan sonra postayla gazetelere, dergilere gönderir ve telaş içinde basılmasını bekliyordum. Yazdıklarımın yayımlanması durumunda tüm ülke beni tanıyacak iken gazete-dergi ofislerinde beyefendilerin heyecanlanmak gibi dertleri yoktu. Ülke zaten onları tanıyordu. Peşpeşe ‘hayır’ cevapları almama rağmen yazılarımı sarı renklerde tekrar tekrar göndermekten bıkıp usanmazken o muhterem zatlar da bana aynı kelimelerle ret cevapları yazmaktan bıkmadılar. En sonunda yazıklarımı da alıp başkent Bakü’ye gittim. Günlük yeme-içmeme otuz kuruş harcayabildiğim çok sıkıntılı dönemimdi. Gazete-dergi ofislerinde yazılarımı okuduktan sonra ellerini göbeklerinin üstüne koyup kıs kıs güldükten sonra kapıyı işaret ediyorlardı. Param tamamen tükenince köye dönmek zorunda kalmıştım. Nihayet dönemin en güçlü edebiyat dergisinin düz yazı bölümü editörü Mevlüt Süleymanlı olumlu görüş bildirmesine rağmen sözünün arkasında durmadı. Daha sonra derginin yayın yönetmenliğini üstlenen Yusuf Samedoğlu ise “Evdeki tadilat sırasında romanın yazmasını kaybetmişim” diyebildi. Oktay Selamzade ‘Kervan’ isimli derginin kapağından “Aslan Guliyev’in romanı yakın aylarda basılacak” anonsunu vermesine rağmen yıllarca basmadı. ‘Yazar’ yayınevi editörü Mustafa Çimenli havadan-sudan bahanelerle farklı ‘uzmanlar’ın görüşlerini aldı. Daha sonra aynı yayınevinin iki yayın yönetmeni senelerce ipe un serdikten sonra dosyayı iade etti. Ve bir süre sonra o yayınevi binaları, elemanları, eşyaları ve arşiviyle birlikte tamamen kaybolup gitti. İşte ben büyük edebiyata böyle geldim. Yaşadıklarımı sonraları ‘Onlar beni öldürdüler’ isimli eserimde kaleme aldım. Düşünebiliyor musunuz, yazıda ismini zikrettiğim ve bir zamanlar bana olmazın azabını yaşatan o insanlar her şeyin geçmişte kaldığını ve olup bitenleri yazmamın gereksiz olduğunu söylüyorlardı. Ama ben unutamazdım. Eski imparatorluğun dağılarak edebiyatın da ihtiyaçları temin aracı olmaktan çıkmasından sonra benim eserlerimi yayımlamaya başladılar. Şimdi ise yaşım ilerledikçe daha çok yazmak istiyorum.
Yeniçağ: Eski SSCB’de ‘1960’lı yılların edebiyatı’ diye bir tabir vardı. Adeta Moskova’dan üflenmiş bir nefesle ‘Sosyalist Gerçekliği’ kuramını kabullenmeyen gerçek bir edebiyatın temelinin de işte o zamanlar atıldığına ilişkin bir algı vardı. Ama siz kendinizi o yazarların içinde görmüyorusunuz. Neden?
Guliyev: Komünist Parti’nin Şubat 1956’da gerçekleştirilmiş genel kurulunda Stalin dönemi eleştirilince bu durum edebiyata da yansıdı ve özgür düşünceye belirli ölçüde izin tanındı. İşin ilginç yanı Komünist Parti Genel Sekreteri Nikita Hruşşov’un “Maalesef uyuyan aslanları uyandırdık” sözleri maalesef Azerbaycan edebiyatında pek yankı bulmadı. Rus yazarları bir yana bırakarak Kırgızistan’da Cengiz Aytmatov’un, Kazakistan’da Oljas Süleymenov’un, Ermenistan’da Hrand Matevosyan’ın, Gürcüstan’da Nodar Dumbadze’nin, Abhazya’da Fazıl İskender’in, Kuzey Kafkasya’da Murad Acı v.d. ortaya çıkması o milletlerin ulusal bilincinin güçlenmesinde de önemli role sahip oldu. Ermeni Zori Balayan’ın 1983’te basılmış ‘Ocak’ kitabı Karabağ bölgemizdeki bölücülüğün ve Türk düşmanlığının ideolojik belgesi haline gelmişken bizim 1960’lar kuşağına mensup yazarlarımızın Balayan gibi bir ırkçıya en basit cevaplarını bile göremedik. Çünkü korkuyorlardı, devlet kendi eliyle verdiklerini kendi eliyle onlardan geri alabilirdi. O zaman sesleri çıkmayanlar 1980’lerin sonlarına doğru Mihail Gorbaçov’un uygulamaya koyduğu ‘Perestroyka ve Glasnost’ politikaları çerçevesinde kafalarını kaldırdılar ve... meğer biz onları daha önce tanımamışız, kendilerini SSCB’ye karşı disident faaliyetleri içinde bulunmuş kişilikler olarak topluma sırımak istediler. O zaman bizim gibi hep baskıya maruz kalmış, eserleri yayımlanmamış insanlar seslerini yükselterek “Madem siz disidenttiniz, o zaman biz kimdik?” diye sorma hakkını kendilerinde buldular. Azerbaycan’da 1960’ların edebiyatı dendiğinde kendilerini o çerçeveye sokmak isteyen üç yazarın-Ekrem Eylisli’nin, Anar’ın ve Elçin’in ‘Sosyalist Gerçekliği’ teorisinin dışına çıkmış hiçbir eserini göremedik. Kaleme aldıkları eserlerin bir tanesi bile SSCB sath-ı mailinde ün kazanamadı. Sadece ironi doğuran entel-dantel eserlerin altına imzalarını koydular. 1960’larda Moskova’dan estirilen ılımlı rüzgarın Azerbaycan edebiyatına yansıması söz konusu olmadı. Ve işin en kötü yanı kendilerini o çerçeveye sokarak toplumun üzerine çıkaran ismini zikrettiğim yazarlar kendilerinden sonra gelenlere karşı tamamen acımasız oldular. Ben kendimi hiçbir zaman onlarla aynı saflarda görmedim. Onlar da beni sevmedikleri gibi yazar olarak da kabullenmediler. Ben kendi durumumdan, duruşumdan ve yazılarımda vardığım noktadan çok mutluyum.
Yeniçağ: Türkiye’de her sene 480 ile 600 adet yeni roman yazılıp basılıyor. Azerbaycan’da senede kaç yeni roman yazılıp yayımlanıyor, bunun istatistiği var mı? Yeni düz yazı eserleri çıkmadıkça ulusal bilinçte de gerileme yaşanıyor. Bu konuda neler söylemek isterdiniz?
Guliyev: Edebiyatın omurgası romandır. Öteki türler romanın dallarıdır. Her bir ülkenin edebiyatının değeri o ülkenin dilinde(veya dillerinde) yazılan romanların sayısına ve kalitesine eşdeğerdedir. Son 4-5 senede bazı Türk yazarların düz yazı eserlerini Azerbaycan Türkçesine aktarmışım. Türk roman yazarlarının çok ciddi arayışlar içinde olduğunu söylemem gerekir. Aynı sene içersinde 500 yeni romanın yazılıp basılması edebiyatın sadece bugünü değil geleceğine ilişkin de çok büyük ümitler doğuruyor. Kanımca, Azerbaycan’da senede 20-30 yeni roman basılıyor. Azdır tabii ki. İşin acı yanı o düz yazı örneklerinin kalitesini sözde eleştirmenler belirliyor. Düz yazılarımızın günümüzdeki siması geçtiğimiz yüzyılın 30’lu yıllarında amatörce makyajlanmış suratıdır. Yeteneksiz insanlar kendi olanaklarını kullanarak düz yazımızın dünya ölçeğinde rezil duruma düşmesine neden oluyor. Radikal değişikliklerin olmaması durumunda normal düz yazı örneklerimizin ortaya çıkma fırsatını da yakalayamayacağız.
Yeniçağ:1930’lu yıllarda sovetlerin diktatörü İosif Stalin’in talimatıyla kurulmuş Yazarlar Birliği Azerbaycan’da hâlâ varlığını sürdürüyor ve devletten maliye desteği alarak hep iktidarın saflarında yer alıyor. Bu durum Azerbaycan’da fikir ve düşünce özgürlüğünü imha etmiyor mu?
Guliyev: SSCB Yazarlar Birliği 1934 yılında doğrudan Stalin’in girişimleriyle istihbarat örgütü KGB tarafından kuruldu. Buna uygun şekilde cumhuriyetlerin de kendi Yazar Birlikleri kuruldu. Başkanları Moskova atarken KGB’nin de onayı alınıyordu. Düşünebiliyor musunuz, 1965 yılında Nobel ödülü almış dünyaca ünlü yazar Mihail Şolohov’a gazeteci “Siz Komünist Parti’nin talimatları doğrultusunda mı yazıyorsunuz?” diye sorduğunda Şolohov “Hayır, ben kalbimin talimatıyla yazıyorum, kalbim ise Komünist Parti’ye bağlıdır” diye yanıt vermişti. Yazarlar Birliklerinin toplantı salonlarında eleştirilen kalem sahipleri doğrudan merminin önüne gönderiliyordu. Yazarlarla ilgili ölüm kararlarını Stalin ve onun acımasız yönetimi değil kalem sahiplerinin ta kendileri alıyordu. Bir keresinde ben Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin Natavan salonuna Stalin rejiminin infaz kurbanlarının resimlerini asmayı ve altına “Birlik üyeleri unutmasın, edebiyatımızın en güzide kalem sahipleri olan bu insanlara bu salonda mahkemeler kurulmuş, kurşuna dizilmelerine, sürülmelerine ilişkin kararlar bu salonda alınmıştır. Onları işte bu salonda öldürmüşüz” şeklinde yazı yazmayı önerdim. Fakat umursayan olmadı. Günümüzde Azerbaycan Yazarlar Birliği üyeler için çalışan değil yönetimdeki beş-on kişinin emrinde olan bir örgüt durumundadır. Kültür Bakanlığı’nın bir dairesi statüsünde devlet tarafından finanse edilen Yazarlar Birliği’nin başkanı, bakan yetkileri ve ayrıcalıklarıyla yaşıyor. Şöförü, sekreteri, özel kalemi, sözcüsü. Devletin Birlik üyelerine ‘yardım’ adı altında ayırdığı paradan eski bakana, üniversite rektörüne, milletvekillerine yardım ettikten sonra yerde kalan parayı başkan kendine, ailesine ve çevresine harcıyor. Ve en korkuncu devletin tahsis ettiği para biter bitmez senelerce işsiz kalan üyelere çağrıda bulunarak iki bin üyeden yıllık 30 manat(18 dolar) hacminde aidat istiyor. Yazarlar Birliği Başkanının ar damarı çatlamış, yoksa devletin ayırdığı parayı har vurup harman savurduktan sonra üyelerden aidat istemesi için yüzünün olmaması gerekirdi. Yazarlar Birliği’nin genel kuruluna,örneğin Türkiye’den davet edilen şahıslar Türkiye’de edebiyat dünyasının asla tanımadığı ve hiçbir ağırlığı olmayan ahbap-çavuşlardı. Genel kurulun yaplması için Azerbaycan yönetiminde ilave para alan başkan Anar, yurt dışından gelen misafirler için anons yaptırarak onlara özel ziyafetler çekiyor. Yani anlayacağınız, mafioz bir örgüt tipi. Bir insan yabancı misafirlerin önünde kendi ülkesini bu kadar küçük düşürür mü?
Yeniçağ: İçerik ve uslup bakımından romanlarımız Azerbaycan’ın geleneksel düzz yazı örneklerinden farklı bir noktada duruyor. Bu konudaki değerlendirmenizi alabilir miyiz?
Guliyev: Ben yazmaya başlamazdan önce Rus edebiyatının yanısıra Rusça basılmış dünya edebiyatı örneklerini okuyordum. Onlardan çok etkilendiğimi ifade etmem gerekir. Rus edebiyatının dünya çapında ünlü şahsiyetleri Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Şolohov beni çok etkiledi. Bizim düz yazı edebiyatımızda bu tür temel taşları yoktur. Ben hiçbir vakit ‘Sosyalist Gerçekliği’ teorisinin talepleri doğrultusunda yazmadım. Ortam olarak o atmosfer benim karakterime tamamen uzaktı. Edebiyat eleştirmeni Rahim Aliyev’in bir romanımla ilgili kaleme aldığı yedi sayfalık mektup yazar olarak kaderimin belirlenmesinde önemli rol oynadı. İyi hatırlıyorum, şimdi ünlü diye lanse edilen Seyran Sehavet, ‘Yıldız’ dergisinde benim bir öykümü ‘Sosyalist Gerçekliği’ kuramına zıt olduğu için yayımlamadı. Bir süre önce kaleme aldığım ‘Koyun Virüsü’ isimli romanımı Yazarlar Birliği’ne bağlı ve dolayısıyla devletin finanse ettiği Azerbaycan dergisi Genel Yayın Yönetmeni, eski arkadaşım İntikam Kasımzade “Kusura bakma, bakışlarımız uyuşmuyor, yayımlayamayız” diye geri çevirdi. Daha sonra romanım Türkçe basıldı. Ve... ‘Türk Askeri’ isimli öykümü basmayan ‘Edebiyat Gazetesi’ Yayın Yönetmeni Azer Turan şöyle bir gerekçe öne sürdü: “Burada bir Türk dövüşçüsü de vardır. Öyküyü delikanlılarımızın da okuyacağını gözönünde bulundurursak bize “Azerbaycan’ın saflarında Türkler de savaşmıştır” şeklinde suçlama yöneltilebilir.” Böyle bir ortamda millî edebiyat yaratmaya çalışıyoruz işte. Oysa Türkiye’de yayımlanan öykü kardeş ülkede en çok okunan düz yazı örnekleri arasında yerini aldı.
Yeniçağ: Sayısız insan Azerbaycan’dan gelip parayla Türkiye’de kitap bastırıyor, ancak edebiyat dünyasında o kitaplar zerre kadar yankı uyandırmıyor, belki yayınevi de kendi bastığı o kitapların ismini unutuyor ve kitap diye basılmış o şeyler hurdaya dönüşüyor. Bununla ilgili görüşünüzü rica edebilir miyiz?
Guliyev: En çok acı duyduğum meselelerin başında geliyor. Senelerce müsveddeleri ‘edebiyat’ adı altında başımıza bela edip ulusal bilincimize en ağır darbeleri indirenler ardından Türkiye’yle temaslar kurarak bu işin işportacılığına giriştiler. Otuz seneden bu yana Türkiye’de devletten finans desteği alıp ‘Türk Dünyası Edebiyatı’nı basma’ iddiasındaki yayınevleri de Azerbaycan’daki sistemi oraya taşıdılar. Örneğin Yazarlar Birliği Başkanı Anar “Türk Dünyasının Dedem Korkud”u olarak lanse ediliyor, kendisiyle ilgili methiye kitapları bizzat Azerbaycan’ın parasıyla basılıyor ve sonuçta Türkiye’nin gerçek edebiyat çevrelerini asla ilgilendirmeyen bir manzara ortaya çıkıyor. Yani Azerbaycan’ın edebiyat mafiozu Türkiye’nin de edebiyat adına hizmet vermesi gereken kimi kurum ve dergilerini parayla alarak kendine çalıştırıyor.Türkiye adına hicap duyulması gereken bir durumdur. Oysa sormamız gereken soru şudur: Anar denilen o zat ‘Türk Dünyası’ diye tabir edilen bölge için ne gibi kültürel çalışmalar yapmıştır? Kültür Bakanlığı peki? İstanbul’da yapılan TÜYAP Uluslararası Kitap Fuarı’nı dolaşırken uzun süre Azerbaycan Kültür Bakanlığı’nın standını bulamamış, nihayet tuvaletlere yakın bir alanda bulabilmiştim. İnsanlar o bölüme kitap bakmak için değil ihtiyaç gidermek için geliyordu. Kültür Bakanlığı’nın standında her sene olduğu gibi beş-on aynı yazarın farklı dönemlerde basılmış kitapları bulunuyordu. Burada standa yaklaşan tek bir kişiyi bile göremedim. Bu bir felakettir. Tüm sorumluluğumla Azerbaycan Kültür Bakanlığı’nın bu tür uluslararası etkinliklere katılmasının ana amacı görüntü ve algı yaratmak ve aynı zamanda farklı kalemler altında para yemektir, ülkemiz için faydası bir yana,tam tersine ülkeyi aşağılamaktır, hakarettir. Geçtiğimiz sene sonbaharda Ankara’daki kitap fuarına Azerbaycan’dan üç yazar-Ayvaz Zeynalov, Arif İrşad ve ben kendi imkanlarımızla katılmıştık. Ülkemizin edebiyatını temsil etmemize rağmen Türkiye’deki yüzlerce Azerbaycanlı iş insanının bir tanesi bile bizimle ilgilenmedi. Oysa diğer ülkelerin büyükelçilik mensupları günleri kitap fuarında geçiriyorlardı. Daha önce Bakü’de düzenlenmiş kitap fuarına Türkiye’de bizim kitaplarımızı basan yayınevi de dahil olmakla yaklaşık on yayıncı davet edilmişti. Kültür Bakanlığı onların yol, otel ve yemek masraflarını karşılamakla yetinmeyip akşamları ünlü sanatçılarımızı onların önünde şarkılar söylemeye çağırıyordu. İşin garip yanı ise o fuara Kültür Bakanlığı da dahil olmakla Azerbaycan’ın hiçbir yayınevinin katılmasına izin vermemişlerdi. Azerbaycanlı öğrenci Şehla Aslan, Ankara’da kirada oturduğu evden getirdiği Azerbaycan bayrağıyla bizim bulunduğumuz standa ilgi uyandırmayı başarmıştı. Kendisine teşekkür ediyorum. Sovyet diktatörü Stalin’den emanet kalma Yazarlar Birliği’nin ne zamana değişeceğine, devletten bağımsız olacağına ve gerçek kalem sahiplerinin haklarını savunacağına inancım asla yoktur.