“Kültürel değerlerimiz yok olmasın” konusu sık sık dile getirilir. Geçenlerde bir televizyon kanalında ülkemizin bir bölgesinde hâlâ “aşık oyunu” oynayan çocuklara rastladığını anlatıyordu yapımcı. Sonra başka çocuk oyunlarını saydı: Uzun eşek, birdirbir, çelik çomak, yağ satarım bal satarım… Ve hepsinin unutulmuş olduğunu söyledi.
Kenarda köşede oynayanlar hâlâ vardır belki. Benim çocukluğumda kız çocuklar “bir on, bir onbeş, iki yirmi” diye gittikçe zorlaşan kademeleri olan bir top oyunu oynardı; meselâ ben iki yirmi oynayamazdım, en fazla bir onbeş! Bu oyunu da bilen yok şimdi.
Sonra zaman zaman kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerimiz sıralanır: Hallâç, saraç, nalbant, kalaycı, bakırcı, bileyici, sütçü, urgancı, sepetçi…
Eski usul pamuk-yün yorgan kullanan kaç kişi kaldı ki hallâçlar iş yapsın? Hallâç kelimesinin anlamını bilen kaç kişi kaldı?
Mutfaklardaki çelik, cam, porselen bolluğu arasında kaç kişinin kalaycıya işi düşecek?
Ellerinden bilgisayarlar, tabletler, cep telefonları düşmeyen çocuklara zorla aşık oyunu oynatamayız ki!
Eski mahalle mimarîsi, eski sofra düzeni, hasta tedavisi, bahçe bakımı, mutfak eşyaları, kıyafetler…
Peki çare ne? Kültürel değerlerimizin yok olmamasını istiyoruz ama dünya değişiyor. Değişen dünyada hangimiz bundan yüz sene öncesinin eşyalarını kullanmayı tercih ediyoruz? Bırakın yüz sene öncesini elli sene, yirmi sene bile çok eski artık! O halde kültürel değerlerimizi unutulmaktan, yok olup gitmekten nasıl koruyacağız?
Kitaplar, resimler, fotoğraflar…Ve müzeler…
Müzelerde eskinin eserlerini sergilemek yaygın bir usul, fakat ABD’nde müzeden daha etkileyici bir sergileme usulü var. Kültürel değerlerin unutulmaması yolunda bir çare…
Washington civarında, Virginia eyaletinde bir şehir: Williamsburg. Adını, kurulduğu zaman Britanya tahtında oturan Üçüncü William’dan alıyor. Zamanın Virginia kolonisinin başşehri. İngiliz kolonistlerin yeni dünyada kurduğu ilk şehirlerden biri. Giderek gelişmiş, zenginleşmiş; koloninin başşehri olması yanında, ABD’nin kuruluşuna, yani istiklâl mücadelesine giden yoldaki faaliyetlerin de mühim merkezlerinden biri olmuş, sonra da kendi haline terkedilmiş. 1926 yılında bazı din adamlarının, iş adamlarının önayak olmasıyla bir vakıf kurularak bu şehirde koloniler dönemini canlandırma, ziyaretçilere, yeni nesle sunma kararı alınıp kollar sıvanmış. Bugün 1200 küsur dönümlük bir arazi üzerinde ABD’nin en büyük yaşayan müzesi kabul ediliyor. “Müze” devrini, ömrünü tamamlamış eşyaların, önlerinde, yanlarında birer tanıtım etiketi ile vitrinlerin içinde sergilendiği mekânlardır. Müzeler hareketsizdir, sessizdir. Müzede “insan” varsa -bekçiler, biletçiler ve ziyaretçiler hariç- cansız mankenlerdir. Onun için dilimizde eskimiş olan birşeyi anlatmak için “müzelik” tabirini kullanırız. Williamsburg alıştığımız müze tarifinin dışında. Ziyaretçiler ile tarih arasında cam engeller yok. Ziyaretçi tarihe camların arkasından bakmıyor, tarihin içine giriyor, tarihî olayların bir parçası, tarihî şahsiyetlerin muhatabı oluyor.
Arabanızı uzakça bir yerdeki park yerine bırakıp -elbette paranızı ödeyip biletinizi alıp- yayan olarak şehre girdiğinizde birden kendinizi onsekizinci yüzyılda buluyorsunuz. Toprak yollar, at arabaları, at pislikleri, lüle lüle perukalı, redingotlu erkekler, etekleri yerleri süpüren kabarık elbiseli, başları fırfırlı boneli kadınlar…Toprak ya da kesme taş döşeli sokaklar dümdüz, geniş ve birbirini dik kesiyor. İki tarafta bahçeli evler. Evlere girin çıkın, onsekizinci yüzyılın odalarını, mutfaklarını gezin. Hastane, postane, hapishâne, kilise, okul, matbaa, cephanelik, adliye, meclis binası, valinin sarayı… Her birinin içinde günlük işleriyle meşgul olanlar… Onsekizinci yüzyılda kullanılan eşyaları satın alabileceğiniz dükkânlar… Meclise’te Patrick Henry’nin “Ya istiklâl ya ölüm” dediği meşhur konuşmayı dinledim. Thomas Jefferson’ı adliyedeki davada taraflardan birinin savunmasını yaparken gördüm. George Washington o gün şehirde değilmiş, “Philadelphia’ya gitti.” dediler. Ben de Washington’un şehre geldiği zaman en ziyade tercih ettiği yer Kralın Silahları lokantasına gittim. Gaz lambalarıyla ayndınlatılmış loş salonda, gıcırdayan tahta bir iskemleye oturarak külot pantolonlu, yakasız gömlekli garsonun getirdiği, Washington’un pek sevdiği yemek olan yer fıstığı çorbasını iri demir bir kaşıkla kaşıklarken mor kadife tuvaletli çalgıcı kızdan keman nağmeleri dinledim. Bir onsekizinci yüzyıl ezgisi. Sonra matbaaya gittim. Usta beyaz, çırağı siyahîydi. “Virginia Gazette”yi az önce bastılar. Bir ilân gözüme çarptı: Limana yanaşan Asley gemisinin getirdiği 250 adet sağlıklı, sağlam Negro satışa sunulmuştur. Hiçbirinde çiçek hastalığı görülmemiştir. Negroların yarısı ülkelerinde çiçek hastalığı geçirmiştir.”
Yani korkmadan gelip satın alabilirsiniz! Negro… Siyahî… Williamsburg nüfusunun yarısını onlar oluşturuyordu. Ama sayılmıyorlardı!
Parolası “Gelecek geçmişten öğrenilir” olan Williamsburg’da gizlenen, üstü örtülen birşey yok! Fakat biraz “modernizasyon” var tabiî! Meselâ onsekizinci yüzyıl evlerinde elektrik, kalorifer, klima var! Bunu da kimi uzmanlar tenkit ediyor.
Akşam olurken siyahî uşaklar köşe başlarında demir ayaklar üzerine oturtulmuş büyük kandiller yakıyordu. Ellerinde gaz yağı fenerleri ile kasabanın sakinleri akşam gezintisine çıkmıştı. Kulak misafiri oldum, yarın cadılık yapmakla itham edilen bir kadının mahkemesi varmış, ona gideceğiz.
Williamsburg’daki bütün onsekizinci yüzyıl insanları görevli elemanlar. Kimi maaşlı tam zamanlı, kimi ücretli yarı zamanlı çalışıyor. Öğrenciler tarih vs. dallarda projeler, stajlar için gelip ücretsiz olarak çalışıyor, mezuniyet kredilerini tamamlıyorlar. Ayrıca -inanması güç ama- gönüllü olarak gelip çalışanlar da var.
Burası ABD’nde tek değil; meselâ Massachusetts eyaletinde deniz kıyısında, 1620’de Avrupa’dan ilk gelen kafilenin ve karşılaştıkları kızılderililerin yaşayışını canlandıran bir köy daha gezdim. Fakat Williamsburg bir numaradır. Ziyaretçisi çoktur. Okul öğrencileri de otobüslere doldurulup getirilir, gezdirilir.
Son zamanlarda ülkemizde yatay mimarî-dikey mimarî sözü çok edilir oldu. Şehirlerimiz süratle, kontrolsüz bir süratle dikeyleşti. Ama artık yatay mimarîden yanayız!! Hani sayın cumhurbaşkanımız söylemese bizimle “matrak geçiliyor” sanacağız. Bu kadar binayı diktikten sonra, bundan sonra nasıl, nereye yatıracağız? Dikilenleri ne yapacağız? “Yatay mimarîden yana” olduğumuzu nasıl göstereceğiz? Büyük şehirlerimiz bir yana, orta boy şehirlerimiz bile dikine gitti. Şehirlerimiz hızla dikeyleşirken eski hayattan bir iz kalmaz oldu. Çünkü eski hayat yataydı. Şimdi hiç değilse eski şehirlerimizin, kasabalarımızın havasını yaşatacak, kültürel değerlerimizi capcanlı görebileceğimiz “açık hava müzeleri” kurulabilir diye hayal ediyorum. Fazla değil, bir iki tane. Meselâ İstanbul’da tarihî yarımadanın Cumhuriyet’in ilânı öncesi ve hemen sonrasındaki hali. Şu anda tam bir keşmekeş, insan ve taşıt trafiği kaabusu halindeki tarihî yarımadada, Sultanahmet Meydanı merkez alınarak çizilecek geniş bir bölgenin -yarımadanın tamamı demeye korkuyorum!- öyle iki üç dükkâna, lokantaya başı fesli adamlar koyarak değil; esaslı bir temizleme, düzenleme faaliyetiyle, ehil insanların eliyle yaşayan müze haline getirilmesi. Herşey 1920’lerdeki gibi olacak! Meselâ, Anadolu’da seçilen bir kasabanın yine yüz sene önceki halini canlandırma. Şehirlerimizin yatay olduğu zamanlarda hastane, okul, cami, çarşı, meydan, dükkânlar, evler, devlet daireleri, insanlar, âdetler… Sokak aralarında aşık oyunu oynayan oğlanlar… Hatta bir onbeş, iki yirmi oynayan kızlar…
Kültürel değerlerimizin unutulmasının önüne geçmenin iyi bir usulü gibi geliyor bana.