Yarım kalan yazı...
Her yıl olduğu gibi yine bir 12 Eylül yazısına başlamışken, ülkücülerin 12 Eylül'lerini yazmaya oturmuşken ve bir yandan gözümün önünden geçen siyah-beyaz portrelere bakarken hüzünle, ertesi akşam tamamlamak üzere yazıyı yarım bırakmışken, sabahında başlayan gözaltı süreciyle birlikte aradan geçen yirmi günün ardından yine ve yeniden 'yarım kalan yazı'nın başındayım...
'Bir yarım kalmışlık hissi' başlıklı eski bir yazımı bu demde hatırlayınca, aslında ülkücülerin, Türk milliyetçilerinin yarım kalmışlıklarının ne kadar dramatik bir tabloyu oluşturduğunu görmek iç acıtıyor... Yarım kalan hayatlar, gelecekler, aileler, dostluklar ve idealler...
Berbat bir tamamlanmamışlık hissi...
1944'de ve 1980'de kir tutmayan ülkücüler ve Türk milliyetçilerinin üzerinde son gözaltılarda yönelen iddia ve suçlamaların da tutmayacağı bir vakıa ve hakikat. Hakikat bulunduğu yerde başka hiç bir şeye müsaade etmez, er ya da geç tecellî eder...
Bizler, Türk milliyetçileri, bizler ülkücüler, devletin ve milletin bekâsı söz konusu olduğunda başta kendimiz olmak üzere herşeyi yok sayanlarız... Biz Türk milliyetçileri, biz ülkücüler, 'devlet ortak kabul etmez' düsturuna inanmış ve amel etmişken yarım asırdan fazla zamandır, gemlenmez bir ihtirasla devleti ele geçirmeye odaklanmış bir yapı ile, bir örgüt ile imâ yoluyla dahi bir iltisâka, bir münâsebete rastlanamaz...
Dünyanın pek çok yerinde karşılarına hiç kırmızı ışık çıkmayan bu bahse konu FETÖ örgütünün önüne hep yeşil ışık yakan "sinyalizasyon siteminin başında kim var?" sorusunu daha 2009 yılında ve defaaten yazarak soran bu satırların yazarından ne kendisine ne de mensubu olduğu ve neredeyse içine doğduğu ülkücü harekete bir isnat yapışmaz...
Bize yapılan operasyonun FETÖ soruşturmalarını sulandırması gibi bir neticesi devlet ve millet adına endişemizdir...
Artık ciddi muhasebe zamanı...
Bizimkisi siyah-beyaz bir ocak hikâyesi...
Dualarıyla bizlere destek olan tüm ülküdaşlarıma, dostlara en kalbî teşekkür borcumu bu satırlarla ifâ etmek istiyorum...
Başbakan Binali Yıldırım'ın, imzasız ihbar mektuplarıyla işlem yapılmayacağına dâir hükümetin genelge yayınlayacağı açıklamasını hukuk ve adâlet adına çok önemli buluyorum...
Şimdi 'yarım kalan yazı' ile devam edelim... Bu yazıyı tamamlamayacağım, 'yarım' kalacak... Yazıcısı için nasıl devam edeceği malûm, okuyucusu için meçhûl kalacak, tıpkı ülkücülerin yarım kalan hayatları gibi... Tıpkı İsmail Şimşek'in hayatı gibi, tıpkı Dursun Önkuzu'nun hayatı gibi, tıpkı Yusuf İmamoğlu ve bütün şehit ülküdaşlarımızın hayatları gibi...
Evvel giden tüm ahbâba selâm ve Fatihalarla...
*************
İKİNCİ YAZI
vedâlaşıp son eylülde,
dökülmüşler yaprak yaprak...
************
bir 12 Eylül yazısına daha başlarken, hayatları genç yaşlarında ölümle kesişmiş ve yarım kalmış bir dramı ülkücülerle paylaşmaya niyet etmişken ve ilk kelimeleri düşürüken sâhifeye, ıstırap hülâsaa edilmiyor...
şimdi mevsim yine eylül.. yine hüzün.. yine dalından düşen kurumuş yapraklar.. yine sarının her tonu.. bir kuşağın, bir neslin döküldüğü son eylülün üzerinden geçen otuz altıncı eylül bu...
bülbüllerin boşa âh ettiği, ne âşıkların kaldığı ne de güllerin koktuğu, son eylülle birlikte göç eden eski sevdâların ömürlerinin son faslına yaklaştığı zamanlar artık...
çok eskilerde kaldı isimleri, çok eskilerde kaldı tatları, çok eskilerde kaldı adam gibi sevmeleri, vedâsız gitmeleri çok eskilerde kaldı...
lâle devri çocuklarıydı onlar...
bir eylül yaprağı gibi sapsarı dökülürlerdi.. sapsarı bir hüzün yağardı göklerden onlar dökülürken.. çatılara saklanmış eski radyolardan hüzün şarkıları çalardı.. hüzün deli dalgalar gibi gelir ve gönüllerinin kıyılarına vururdu bir selâhattin içli şarkısıyla..
leylâ ile mecnun gibi çoktan masal oldular...
eski radyolardan hüzün şarkıları da yükselmiyor semâya... isimlerini ve hikâyelerini kıyılara yazan son kuma tânesini de sildi ve alıp ummâna karıştırdı deli dalgalar...
onlar kendi hikâyelerini yazdılar.. kendi hayatlarını hikâyelerine fedâ ettiler.. hikâyeleri yaşasın diye kendileri öldüler... hikâyeleri okunsun diye kahrâmanı oldular kendi hikâyelerinin...
adam gibi sevdiler... düzenbazlık bilmediler.. korku nedir bilmediler.. tunç bilekliydiler.. ölümlerle eğlendiler.. her biri kandil gibiydi, ışıttılar...
gâhi bir karanlık sokakta, gâhi bir kalabalık caddede, gâhi bir üniversite kantininde yere serildiler bir kurşun ile veya bir bıçağın soğukluğu girdi kalplerine.. bâzen de paramparça oldular bombalarla...
vedâlaşıp o son eylülde döküldüler yaprak yaprak...
uzun.. trajik.. kendi hüzünlü hikâyelerini yazdılar...
okunsunlar diye...
(.................)