Mayis Alizade
Yaratıcı insanın toplum önünde taşıdığı sorumluluk konusundaki en doğru yaklaşımı Jean Paul Sartre ifade etmiş ve sergilemiştir. Özdemir İnce’nin Cumhuriyet gazetesindeki 19.04.2019 tarihli ‘Ne yapmalı?’ başlıklı makalesinden alıntılıyorum:
“Yazarın elinde çağından kaçmak için hiçbir olanak bulunmadığına göre, kaçmaya kalkışacak yerde onu sımsıkı kucaklamasını istiyoruz; çağı onun tek şansıdır. İkisi de birbiri için yaratılmışlardır. Balzac’ın 48 günleri(*) karşısındaki kayıtsızlığına, Flaubert’in Komün olayı karşısındaki korkulu anlayışsızlığına, ‘yazık olmuş!’ diyoruz; ama onlar için yazık olmuş: Önlerine çok büyük bir fırsat çıkmış, ama onlar bunu bir daha yakalayamamak üzere kaçırmışlar. Biz ise çağımızın hiçbir şeyini kaçırmak istemiyoruz. Belki daha güzel çağlar vardır, ama bizimki budur; bu savaşın, belki de bu devrimin içinde, bu hayat verilmiştir bize, yaşanmak üzere…Ben Flaubert ile Goncourtları, Komün’ün (1871) ardından gelen kanlı cezalandırma dalgasından sorumlu tutarım, çünkü bunun engellenmesi yönünde bir satır bile yazmamışlardır. Bu onların işi değildi, denecek. Calas davası(**) Voltaire’in işi miydi? Dreyfus’ün mahkûmiyeti Zola’nın işi miydi? Ya da Kongo’nun yönetimi Gide’in işi miydi? Bu yazarların her biri, yaşamının özel bir anında, kendi yazar sorumluluğunu, doğru olarak değerlendirmiştir. Alman işgali de bize kendi sorumluluğumuzu öğretti. Mademki yalnız varlığımızla, varoluşumuzla bile çağımız üzerine etkide bulunuyoruz, öyleyse bu etki bilerek ve isteyerek yapılacaktır diyoruz.”
Her okuduğumda bu yazının Sartre tarafından 1945 yılında değil de Kasım 2012’nin o soğuktan daha soğuk günlerinde yazıldığına dair bir duygu uyanıyor içimde; evet, Silivri Cezaevi önünde sinema sanatçısı ve yapımcı Tarık Akan’ın polis bariyerlerini olanca gücüyle salladığı, arkasında sel gibi saf tutmuş gençliği daha da yüreklendirdiği ve o eylemden bir süre sonra “Güvenliği temin edememesinden dolayı” İçişleri Bakanı’nın görevden alınmasına neden olmuş o eyleme Jean Paul Sartre adeta tanık olmuş ve Balzac’ı suçlayıp Zola’yı överken aydın sorumluluğunun gereğini fazlasıyla yerine getiren Tarık Akan’ı Voltaire’e eşdeğer tutmuştu. Evet, kim ne derse desin, Türkiye’yi gırtlağa kadar korkunun içine sürükleyen FETÖ’nün Ergenekon tertibatı ilk ağır darbeyi siyasetçiden, hukukçudan, gazeteciden değil bir sanatçıdan yemiş ve bir daha belini doğrultamamıştı...
Tarık Akan eşsiz sanatıyla eğilmez kişiliğinin milim hata olmaksızın bir vahdet haline getirmiş ender yaratıcı insanlardandı. Sadece Türkiye’ye değil dünyaya örnekti. 1977 yılında Bakü’de Uluslararası Film Festivali’ne katıldığında tanıştığı arkadaşı Rasim Balayev bugün 75 yaşında Azerbaycan devlet başkanına methiyeler dizmek için yeni imge ve kafiyeler üzerinde kafa yorup toplumun vicdanlı kesiminden çok büyük tepkiler görürken Tarık Akan’ın Şişli Belediyesi Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen doğumunun 75. yılı töreninde benim gibi gözyaşlarını tutamayan bir hayli insanın olması hayattaki Balayev ile mezardaki Akan’ı kıyaslamak için en isabetli örnekti. Bakü Festivali’nde Münir Özkul birincilik ödülü kazanmıştı. Şu hâle bakar mısınız; Tarık Ağabeyin Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’ndaki cenaze töreninden beş ay sonra aynı sahneye Özkul’un naaşı konmuştu; yine duygulu konuşmalar birbirini izlemiş, tiyatrodan Teşvikiye Camisi’ne kadar yürürken yolda İlyas Salman’ı konuşturmuştum. Münir Özkul musalla taşındayken bir anda Hababam Sınıfı’nın hayattaki oyuncuları tabutun önünde saf tutmuş ve istisnasız olarak herkes nefesini içine çekerek hayranlıkla onları izlemişti. Ama aralarında sadece Münir Özkul’un değil Tarık Akan’ın da olmaması cenaze törenindeki herkesi kahretmişti. Her zamanki asabi hâliyle bir kenarda duran ve hiçkimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği Aydemir Akbaş’tan 5 ay içinde kaybettiği iki oyuncu arkadaşıyla ilgili düşünceleri söylemesini rica ettiğimde “Onlardan ne kaldı? Dolarları mı vardı? Soruyorum sana, dolarlar mı kaldı onlardan?” şeklindeki soruyla karşılaşınca usturupluca uzaklaşmıştım...
18 Eylülde 2016’da Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’ndaki cenaze töreninde kızı Özlem çok duygulu bir konuşma yaparken Ataol Behramoğlu ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde yayınlanacak yazısını bir gün önceden okumuştu. Ve bir anda sahnede çoğunluğun tanıyamadığı ve dolayısıyla sahnede ne aradığı bilinmeyen bir insan Akan’ın cenazesi önünde eğilmişti. Evet,Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Teşvikiye Camisi’ndeki cenaze törenine de katılmıştı...
Tarık Akan’ı ağırlıklı olarak protesto eylemlerinde izleme fırsatım oluyordu. Medyanın her zaman en yakın ilgi alanındaydı, zamanının hep kısıtlı olmasına rağmen bana da açıklama yapmayı hiçbir zaman redetmedi. Aralık 2012’de Ataol Behramoğlu’nun Bostancı Kültür Merkezi’nde organize ettiği Aydın Dayanışması gecesinde olduğu gibi Mehmet Aksoy’un Kars’a diktiği heykelin kaldırılmasını protesto amacıyla Beyoğlu Emek Sineması’ndaki kapalı salon toplantısına kadar. Göz göze gelmemiz bana da açıklama yapacağı anlamını taşırdı. Ve açıklamasını yaptıktan sonra mutlaka Arif Melikov’u sorar, selamını iletmemi isterdi. Arif Melikov ile de 1977 Bakü Film Festivali sırasında tanışmış, Türk sanatçı kardeşlerini evine davet eden Melikov balenin nasıl bestelendiğini kendilerine göstere göstere anlatmıştı. Nazım Hikmet’in Bir Aşk Masalı piyesine bestelediği Muhabbet Efsanesi balesi Arif Melikov’un dünya çapında ün kazanmasına neden olmuştu. 15 Ocak 2016’da, yani Tarık Ağabeyin vefatindan sadece sekiz ay önce Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin açılış töreninde Şişli Belediye Başkanı Hayri İnönü ile beni tanıştırdığında Hayri İnönü’ye de Arif Melikov’un kendilerine balenin nasıl bestelendiği öyküsünü anlatmıştı.Ve elbette ki, Melikov’a selam ve saygılarını iletmişti. Ben Muhabbet Efsanesi balesini yeniden sahnelemesini Hayri İnönü’ye önerdiğimde “Birkaç ay sonra Kent Tiyatrosu’nun tadilatı bitiyor, emrinizde. Tarık Beyle istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz” demişti. Ama... Şimdi Melikov da hayatta değil...
2015 yılının soğuk kışında Mine Kırıkkanat arayarak “Yarın sabah 9’da herkes Yenikapı iskelesindeki kafenin önünde olsun. Yaşar Kemal’in heykelini Marmara kıyısından alıp inşaat alanına atmışlar, protesto eylemi yapılacak” dediğinde Tarık Ağabeyin yine herkesten önde gideceğinden asla kuşku duymamıştım. Yaklaşık iki kilometrelik yolu yaya yürüdükten sonra Yaşar Kemal’in heykelini inşaat alanından alarak eski yerine dikildiğini görmemize rağmen Tarık Akan medyaya çok sert bir açıklama yapmayı ihmal etmedi: “Bu heykel başta olmak üzere bir daha hiçbir sanat eserini tek milim bile yerinden kıpırdatmaya hiç kimse heveslenmesin, karşısında bizleri görecek.” Ardından Nazım Hikmet Vakfı Başkanı Kıymet Giray’ı da taksiye alarak gitmişti. Bana açıklama yaptıktan sonra resmimizi çekmesi için makineye uzattığım alan görevlisi Tarık Akan’ın o heybetli duruşundan kendini kaybetmiş olacaktı ki, daha sonra makineye baktığımda resim çekilmediğini görmüş ve birkaç dakika kafamı ellerimin arasına alıp öylesine kalakalmıştım...
İşte açılışında hep birlikte bulunduğumuz (aramızdan ayrılmış üstadım ve ağabeyim Orhan Erinç Beyefendiyi rahmetle anıyorum) Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde düzenlenen 75. anma toplantısında kızı Özlem hanımı ve en yakın arkadaşlarından biri Rutkay Aziz’i yeniden dinlerken Tarık Ağabeyin yokluğunun aslında Yer Gezegeni için ne kadar büyük bir kayıp olduğunu iliğime kadar hisettim.
Sağlığında olduğu gibi Tarık Akan’ın kişiliği onu tanımış ve tanımamış milyonlarca insana yine de ümit kaynağı olmayı sürdürüyor, sürdürecek.
O ümitleri kalbimde beslemeyi sürdürmeme rağmen ben kendimi Tarık Ağabeysiz çok yalnız hisediyorum...