Yaptın bir iyilik, niye kafaya kakıyorsun!
Memleketin her santimetrekaresi öylesine kahraman dolu ki iğne atsan yere düşmüyor maşallah.
İki gün önce yazılarımızı okuduğunu söyleyen bir esnafla sohbet ediyorduk, bir-iki, derken çevremizde küçük bir dinleyici grubunun oluştuğunu fark ettik. Geçmişinde sağ kökenli olanı da varmış, sol kökenli olanı da. Biri, biz Amerikalıları denize dökerken siz bize saldırıyordunuz diyor, diğeri, siz de Türk bayrağı varken orak-çekiç altında yürümeseydiniz diye, kendini savunuyor.
Buraya kadar iki taraf da haklı.
Fakat sohbet ilerlerken gördük ki sağcısı da, solcusu da kendisini katıksız kahraman olarak görüyor ve biri, “Ben gençliğimi bu halk için verdim”, diğeri de, “Her şeyi devlet ve vatan için yaptım” diyerek halkın ve devletin kendilerine borçlu olduğunu dile getiriyor, bir bakıma, aslında biri zengin olacaksa o zengin ben olmalıydım, biri siyasetin zirvesinde duracaksa o zirvede duran benden başkası olmamalıydı, biri bürokraside bir makam işgal edecekse o makam önce bana teklif edilmeliydi demeye getiriyorlar.
Yanî bir nevî, “Ey halk, ey devlet, ey millet, ben senin için her şeyi yaptım, sen benim için hiçbir şey yapmadın!” demek istiyorlar ki, işte o noktada “kahramanlık” çöpe gidiyor, tahsilatçılık başlıyor. Benim en tahammül edemediğim konulardan biri de vatan, millet, din, devlet, halk, hısım-akraba, eş-dost, fakir fukara için yapılan şeylerin kafaya kakılmasıdır.
Böyle ne kahraman olunur, ne de hayırsever..
Türk tarihi gerçekten bir asalet, bir adalet ve bir kahramanlık tarihidir.
Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Milli Mücadele kadrosu “vatan kurtaran aslan” ve “halk kahramanı yiğit” edebiyatı yapmamış; aksine cümlesi sözü döndürüp dolaştırıp, “Yaptıklarımız aslında çok az!” demeye getirmiş, yani bizim nesil gibi devlet, vatan ve milleti geriye itip kendilerini öne çıkarmaya değil, tam tersine, kendilerini mümkün olduğunca geri çekip vatan, millet ve devleti yüceltme gayreti kuşanmışlardır.
Öyle olduğu içindir ki bu millet de onları yüceltmiş, beş vakit dualarının arasına almıştır. Çünkü Türk milleti nankör bir millet değildir, o kimin kahraman olduğunu bilir, kimse hakkım yenecek endişesine kapılmasın...
Kahraman dediğin meselâ Kara Fatma gibi olur.
O ki, eşi Binbaşı Derviş Bey’le Balkan Harbi’ne girmiştir. Daha sonra ailesinden on kadar yakınını örgütleyerek Birinci Dünya Savaşı’nda çarpışmıştır. Mondros Mütarekesi’nden sonra eşinin vefat haberini alınca Erzurum’a dönmüş, bir süre sonra Sivas Kongresi’ni tertipleyen Mustafa Kemal ile görüşmek için Sivas’a geçmiş, uzatmayalım, Mustafa Kemal’den görev istemiş, aldığı görevle İstanbul’a geçmiştir. İstanbul’da iken İzmit’in işgal edildiğini duyunca Topkapılı Pire Mehmet, Laz Tahsin, kardeşi Süleyman ve oğlu Saffeddin ile birlikte bir çete kurarak trenle İzmit’e geçmiş, bölgede kısa sürede teşkilatlandıktan sonra uzun süre Yunanlılarla savaşmış, çevredeki Rum ve Ermeni çetelerinin burnundan fitil fitil getirmiştir.
Balkan, Sakarya ve Başkomutanlık Meydan Muharebeleri’ne de katılan Kara Fatma üsteğmen rütbesiyle ordudan terhis olmuştur. Hayatı cepheden cepheye koşmakla geçen, birçok bölgenin düşmandan kurtarılmasında önemli gayretler sarf etmiş olan Kara Fatma (Fatma Seher Hanım) hayatının son zamanlarında (ne yazık ki diğer birçok kahraman gibi) büyük sıkıntılar çekmiştir.
Ömrü vatan için cepheden cepheye koşmakla geçen bu yüce Türk Kadını 1930’lu yıllarda büyük bir perişanlık içerisinde kendisiyle röportaj yapan gazeteci Mekki Sait Bey’e bakınız neler diyordu:
“- İşten bahsediliyor, iş bulamıyorum ki... Kapıcılık, kolculuk bulsam, çöpçülüğe de razıyım. Kızımla torunlarıma bakayım..”
Peki o niye bu haldeydi?
Çünkü o, “Hizmetin karşılığı sana maaş bağlayalım” diyen devletine, “Ben devletim için, ben vatanım için ne yaptım ki” demiş ve vatana hizmet tertibinden bağlanan maaşı yine vatanının bir hayır kurumuna bağışlayıvermişti..
İşte kahramanlık budur..
Bilmem anlatabildik mi!