Yalnız ölüler köyü

Sırtlan sürüsü akşam ezanı okunurken girdi köye...
O köyü çok iyi tanıyorlardı... Camidekilerin dışında, evlerin önüne geçip isim isim çağırdılar kurbanları: Selim Pato sen gel!... Recep sen gel!...
Yabancı değillerdi!.. Öldürülenler ölenleri, ölenler ve diğer köylüler öldürenleri tanıyordu!..
Medyanın Madımak’a göre ‘yok’ saydığı katliamda, 28’i kurşunlarla, 5’i yakılarak 33 kişi can verdi... Hayvanlar bile katledildi... Evler yakılmadan önce talan edildi, soyuldu...
Polis ve jandarmanın operasyonuyla fail oldukları şüphesiyle 20 kişi, daha sonra yakalandı... Dâvâ Erzincan DGM’de görülmeye başlandı... Ama Adalet Bakanlığı’nın SHP’de olduğu bu dönemde, 4. celseden sonra dâvâ İzmir DGM’ye kaydırıldı...
‘Görünmez el’ müdahaleye başlamıştı bile...
O köyün ölüleri gibi dirileri de yalnızdı artık... Mahkeme, köylülerin büyük bir kısmının müdahillik taleplerini kabul etmedi... Mahkeme salonunda çeşitli gerekçelerle aşağılandılar, itildiler, kakıldılar, dışarı çıkartıldılar... Kimsesiz köylülerin ‘redd-i hâkim’ talebi ciddiye bile alınmadı... Ne medyaları, ne lobileri vardı...
Halbuki olay çok açıktı... Tunceli’de yakalananların itirafları her şeyi ortaya koyuyordu... Halk tanımasın diye asker ve polis elbisesi giydirilerek Erzincan’a getirilen ve doktor raporlarıyla belgeli biçimde darpsız işkencesiz ifadeleri alınan zanlılar suçlarını itiraf etmişti...
Rezalet, Erzincan DGM’de başladı... Yakalananlar, ‘teşhis tutanakları usûlüne uygun yapılmadığı’ gerekçesiyle serbest bırakıldılar... İzmir’e kaydırılan dâvâda, gıyabî tutuklama isteyen Cumhuriyet Savcısı bu görevden el çektirildi... Adeta bir çadır tiyatrosu oynandı ve sözde yargılama sonucu 20 sanıktan 18’i beraat etti, 2 sanık ise ‘örgüt üyeliği’nden mahkûmiyet giydi...
Artık sıra Yargıtay’daydı... Yargıtay, 1998’de katliamdan yargılanan 18 sanığın beraatini onaylarken, polis ve jandarmanın aldığı ifadeleri ‘geçersiz’ saydı... Böylece dâvâ kapandı...
Başka suçtan başka cezaevlerinde yatan itirafçıların İzmir’deki mahkemeye getirilmemesine gösterilen gerekçe bile, rezaleti ortaya koymaya yetiyordu... Buca Cezaevi’nde itirafçı koğuşu yokmuş!... Acaba buna benzer bir durum Madımak olaylarıyla ilgili söz konusu olsaydı, hangi adlî merci bu gerekçeyi uydurabilirdi? Ya da uydursa bir daha orada oturabilirmiydi?
Bunun anlamı şudur: Dünyanın en pervasız ‘örtbas operasyonu’yla Başbağlar’ın üzeri örtülmüştür...

***


Artık ‘yalnız ölüler köyüdür’ Başbağlar...
Ne, zaman aşımına uğrayacak bir dâvâsı, ne acısını takip edecek sivil toplum kuruluşları, ne örgütleri, ne de medyası vardır!..
İhanetlerle örülü bir coğrafyada, devlete ve millete sadakâtin ağır bedelini ödediler, ama sonrasında acılarıyla baş başa kaldılar... Çok iyi tanıdıkları katillerin ellerini kollarını sallayarak gezdiklerini bilmeleri, acılarını daha da artırıyor... Ama bütün bunlara rağmen, hâlâ köyü saran yüksek dağlara Türk bayrağı dikmenin derdindeler... Yaşadığı bu ağır travmaya rağmen ortaya konulan bu direnci, dünyanın neresinde görebiliriz?
Onlar kendilerine yakışanı yapıyorlar... Ya Türkiye?
Madımak’ta bir otelin içine sıkışmış çaresiz insanları yakmaya yönelik provokasyon elbette ki alçakçaydı... Peki bunun alçaklık olduğunu vurgulayıp, masum Başbağlar köylülerinin katledilmesiyle ilgili ‘görmemek, duymamak ve konuşmamak’ bir başka alçaklık ve çifte standart değil mi?
Sivas’taki son anma törenlerine bir bakalım... CHP de oradaydı, marjinal sol örgütler de... Ellerinde Atatürk posterleriyle TGB de oradaydı, BDP de... Madımak’ın yası bu biribirine benzemezleri kortejde bir araya getirirken, bir kaç gün sonraki Başbağlar’da bu ‘uyumlu fotoğrafı’ görmek mümkün olmadı...
Bunları dile getirirken, kendi internet sitesinden de olsa Başbağlar’la ilgili acıyı paylaşan Sabahat Akkiraz ile Madımak’ta ölen şair Metin Altınok’un kızını istisna olarak ayıralım elbette...
Ya medyanın tavrına ne demeli? Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği zaman aşımı kararını sanki bütün Sivas sanıkları serbest kalıyormuş gibi sunan medya!.. Başbağlar’ı görmemeye, yazmamaya yine özen gösterdiler...
Madımak yazılarını rutine bağlayanlar, Anadolu’nun bu gariban ve sahipsiz köylülerinden o hassasiyetlerinin yüzde birini bile esirgediler...
‘Bir garip öldü diyeler, soğuk su ile yuyalar’ türünden bir dramdır Başbağlar’ın yaşadıkları...
Belki o köylüler her şeyi akıllarınca çözebilirler ama bu ‘yalnızlık’ bu ‘sahipsizlik’ nasıl çözülecek?
27 Mayıs darbesine karıştığı için 90’lık ihtiyarın ifadesine başvuran bir irade, Başbağlar’ın üzerindeki küllere neden adam akıllı üfürüp, gerçeklerin ortaya çıkması için gayret göstermez?

***


Yakılıp, yıkıldığı gün değil, ancak ertesi gün devletin ulaştığı köydür Başbağlar!.. Tanığın, sanığı çok iyi bildiği katliamdır Başbağlar!.. Ama bütün bu olumsuzluklara rağmen devletine sâdıktır Başbağlar!..
Bu ‘yalnız ve sahipsiz ölüler köyü’ artık adalet istiyor... Meclis’teki Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’nun çalışmalarının ötesinde bir adalet... “Ayrıldım sıladan sızlıyor içim / Bir gece içinde ağardı saçım / Derildi barhanam dürüldü göçüm / Beni gören dağlar taşlar ağlasın” diyen o yanık Erzincan türküsündeki gibi bırakmayalım Başbağlar’ı...
Çünkü o bir sembol artık... Milletimizin kaderini, dününü, bugününü ve yarınını ifade eden bir sembol... Katliamların bile ‘imtiyazlı’ ve ‘imtiyazsız’ diye ikiye ayrıldığını Başbağlar’la gördük maalesef... Ne Uludere gibi, ne Madımak gibi ‘imtiyazlı’ olamadı Başbağlar...
Kabul edelim, Başbağlar’lar birer birer haritalardan silindikçe veya acılarıyla kimsesiz biçimde baş başa kaldıkça Türk’ün bu coğrafyadaki varlığı belli belirsiz hale gelecektir...
Biliyoruz ki, ölümle, yakılmayla, yıkılmayla bir millet bitmez... Ama dayanışmayı kaybedince, acılarımız biribirilerinden bağımsız hale geldikçe, ateş sadece düştüğü yeri yaktıkça, kardeşimizden omuzumuzu esirgedikçe biteriz...
İşte ‘yalnız ölüler köyü’ Başbağlar bunun için çok önemlidir... Onların başta hukuk olmak üzere her alanda yanlarında olmak, bizim için sadece insanî değil, milletimizin ve devletimizin bekâsı adına tarihî bir mecburiyettir...

Yazarın Diğer Yazıları