‘Yağmuru Bile’ paraya bağlayan sömürgecilik...
Zayıfın güçlüye boyun eğdiği düzende... Gün gelir değişir şartlar, lider ruhlu bir yerli önderliğinde! Suyun hak olduğu, satılamayacağı gerçeğinde... İnsanlığını sermayeye satanlar boyun eğer, ezilmişliğin öfkesiyle coşan bağımsızlık selinin önünde!
Bolivya 2000... Kristof Kolomb’un İspanya ve Hıristiyanlık adına yaptığı seyahatlerin sömürgeci ve zulmeden misyoner yüzünü yansıtmak için gerçekçi bir film yapmak isteyen Sebastian, halka açık oyuncu seçimi düzenler. Katılımın çokluğu karşısında geri yollanmak istenen yerli halktan direnen tek kişi, Daniel olur. ‘Herkesin bir şansı olacak’ yazılı bildirileri başkaldırısına gerekçe gösteren adam, ateşli hak savunuculuğuyla ekibin dikkatini çeker ve kızıyla birlikte filmde rol alır. Dijital saçmalıkları umursamayıp maliyeti düşük yerel halka yönelen Carlos, ne kadar tasarruf yapıldığıyla ilgilenirken Sebastian’ın amacı İsa Mesih adına hâkimiyet kurup soykırım yaşatan Kolomb’un filmini bu doğal ortamda başarıyla tamamlamaktır. 1511 yılındaki sömürünün filmi çekilirken ‘yağmuru bile’ satmak isteyen Bolivya’da patlak veren ‘su’ başkaldırısı olayların seyrini değiştirecektir...
İspanya’nın 2011 Oscar adayı Yağmuru Bile, Paul Laverty’nin senaryosunda farklı konuları basit ve sade bir dille harmanlayan bir yapım! Tarihte Avrupalılar tarafından sömürülen topraklarda yaşanan çıkarcılığı, geçmişle bugünün kıyaslamasını yaparak sunan öykü, aynı zamanda film çekim macerasını da seyirciye hissettirmekte. ‘Film içinde film’ diyebileceğimiz çalışmada mesaj içinde mesaj verilmekte... Stüdyo yerine doğallığı tercih eden yönetmenin karşılaştığı finans ve prodüksiyon engellerini yansıtan öykü, İngilizce film yapmanın yüksek maliyetini de vurgulamakta. İki dolarlık figürasyonla işi kapatmak isteyen ekibin yemek masasındaki artıklarla bir hafta geçinebilecek yerel halk nezdinde yapılan sosyal analizde öne çıkan, parayla her kapıyı açan yabancıların Bolivya’yı nasıl kendi insanına düşmanlaştırdığı! IMF destekli para babalarının topraklarını, özgürlüklerini ve iş alanlarını ele geçirdikleri yerli halka suyu da fahiş fiyatla satmak istemesini odak noktası yapan Yağmuru Bile, Kolomb devrindeki altın sömürüsünde isyanın sesi olan bir pederden 2000 yılındaki Bolivya’da su şirketine başkaldırıyı başlatan yerlinin sesine uzanan bir sesleniş... Sosyalizmle kapitalizmin çatışmasında, ‘Gerçeğin çok düşmanı vardır. Yalanın da çok arkadaşı’ diyen yapım, su özelleştirilmesi başta olmak üzere ülkeyi yabancılara peşkeş çeken yönetimlerin halkına karşı eziciliğini göstermekte!
‘Onlar insan değil mi? Onları da sevmek zorundasınız’ sözleriyle İspanyolların vahşetine başkaldıran papazla, taş atan yerlileri gaz bombası ve gerçek mermiyle durduran güvenlik güçlerini aynı anda veren Yağmuru Bile, başarılı kurgusu ve samimi anlatımıyla fazlasıyla etkili. Yaptıkları en iyi şeyin ‘Hayatta kalmak’ olduğunu söyleyenlerin canları pahasına savundukları ‘su’ hakkı ile geliştirdikleri ‘insanca yaşam’ kavramını hissettiren; ‘ezerek hükmetme’ gerçeğinin tarih değişse bile değişmeyeceğini gösteren Yağmuru Bile, insanın insana zulmünün ve açgözlülükle yok edilen değerlerin bir kez daha algılanması için izlenmesi gereken bir yapım!
‘40’ aceleye gelmiş bir kurgu...
ABD-Türk ortak yapımı olan ‘40’, küfürlü ve kazalı bir açılıştan olay anına gelene kadar yaşanan geçmişe dönen, sonrasında başlangıç noktasından ileriye giden bir film! Fark yaratmak için yola çıkılan öyküde üç değişik hayat çakışmakta... Sivas’ın İnceova köyünden dayakçı babasını bıçaklayıp İstanbul’a gelen ve karanlık adamlara bulaşan Metin... Nijerya’da âşık olduğu zengin kızın peşinden Paris’e gitmek için insan kaçakçıları aracılığıyla yollara düşen ve kendini İstanbul’da bulan Godwill ve Budizm dâhil tüm dinleri denedikten sonra huzuru ‘Numeroloji’de bulup ‘40’ sayısının uğruna inanarak mutsuz bir evlilik yapan Hemşire Sevda... Üç farklı insanı birleştirense, deprem sonucu sihirli bir biçimde pencereden hayli uzak olan masadan aşağı uçan kara para çantası!
Senaryosu, yönetmen Emre Şahin’e ait olan ve Türk sinemasına değişik bir yorum getirmek için yola çıkan ‘40’ta ne kötüler yeterince kötü ne de mucizeleri yansıtan olaylar gerektiği biçimde tutarlı! Nijerya’dan gelen ‘zehirli arı’ olayı ve depremle kendine yol çizen yapımda, kaçak Afrikalı işçilerin zorlu yaşamıyla Tarlabaşı gerçeği ön plana çıkanlar! Kürt çetelerinin, kaçak Afrikalıların, yasadışı işlerle uğraşanların barınağı olarak gösterilen Tarlabaşı, eski binaları ve tüm izbeliğiyle verilmekte... Aceleye gelmişçesine, kısa sahnelerle aktarılan konu yeterince özen gösterilse eminim ortaya
çok daha kayda değer bir yapım çıkardı! Bir dahaki sefere diyelim...