Yaa... Be...
Başlıktaki kelimeleri en çok kullananlardan biri bu ülkenin başbakanıdır. 08.04.2014 tarihli grup konuşmasında da “Daha neyi konuşuyorsunuz ya? Siz nasıl köşe yazarısınız ya? Siz nasıl yorum yapıyorsunuz ya?” diyerek “yaa”ları arka arkaya sıralamıştır (Hürriyet, 08.04.2014).
Ben belki biraz fazla kibarım. Bu sözleri herhangi bir insandan duyduğum zaman dahi rahatsız olurum. Ülkemizin başbakanı herhâlde rahatsız olmuyor. Kendisi rahatsız olmayabilir ama rahatsız olanları düşünüp bu kelimeleri kullanmaktan vazgeçemez mi acaba? Kaldı ki yöneticilerin konuşmaları ve davranışlarıyla topluma örnek olmaları da gerekir. Yoksa bu tür kelimeleri kullanmak da mı halkçılık ve demokrasi sayılıyor?
Aynı konuşmada Başbakan şunları söylüyor: “İnsanların iffetini, namusunu, şerefini, aile yaşantısını kurdukları kurtlar sofrasına meze yapıp tüketmenin mücadelesini verdiler... (Halkımız) 17 ve 25 Aralık darbe girişimi karşısında sabretti... Şahsıma, aileme, arkadaşlarıma yapılan saygısızlıkları asla sineye çekmeyeceğiz. Sorumluların hepsi yargı önünde hesap verecekler.” Başbakan, bazen paralel yapı, bazen Pensilvanya diyerek konuşmasına devam ediyor.
Şimdi “yaa, be” demeden, bağırıp çağırmadan sakin sakin düşünelim.
17 Aralık nedir? Cumhuriyet savcısının talimatı ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele ve Mali Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından yapılan bir operasyon. Aralarında üç bakan, dört bakan çocuğu, bazı bürokratlar ve iş adamlarının da bulunduğu bir grup hakkında “rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık” iddiasıyla soruşturma açılıyor; 71 kişi göz altına alınıyor, 24 kişi tutuklanıyor. 19 Aralık’ta İstanbul Emniyet Müdürü, 20 Aralık’ta Emniyet Genel Müdürlüğü’nde 14 daire başkanı görevden alınıyor. 25 Aralık’ta Zafer Çağlayan ve Muammer Güler, daha sonra diğer iki bakan istifa ediyor. Görevden almalar devam ediyor; nihayet 24 Ocak 2014’te soruşturma savcısının da görev yeri değiştiriliyor.
25 Aralık nedir? 17 Aralık operasyonunun ikinci dalgası. Bu defa bir başka cumhuriyet savcısı, başbakanın oğlu Bilal Erdoğan’ı şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırıyor, fakat emniyet birimleri savcının talimatını yerine getirmiyor. 26 Aralık’ta da bu operasyonun dosyası savcıdan alınıyor. Bu arada birçok emniyetçi, savcı ve hâkimin görev yeri değiştiriliyor. Bilal Erdoğan, soruşturmayı devralan yeni savcılara ancak 05 Şubat’ta gidip ifade veriyor.
Bütün bunlar olurken bazısı mahkeme kararıyla bazısı mahkeme kararı olmadan dinlenmiş pek çok telefon konuşması sosyal medyada yer alıyor. Bunlar arasında Başbakanın ve İçişleri Bakanı’nın oğullarıyla yaptığı ileri sürülen konuşmalar da var.
Şimdi soğukkanlılıkla soruyoruz: Polisleri, savcıları, yargıçları değiştirilmiş bulunan bu davalarla ilgili soruşturma ve kovuşturmalarda âdil bir yargılama beklenebilir mi? Bağırıp çağırmaya, şunu bunu suçlamaya gerek yok. Diyoruz ki bıraksaydınız da soruşturmayı yürüten savcılar ve ilgili mahkemeler bu davalara baksaydı, iddiaların hepsi asılsız çıksaydı ve aklansaydınız. Değiştirilen savcı ve yargıçlarla yürütülecek davaların sonuçlarına en azından kamu oyunun önemli bir kısmı inanmayacak. Çocuklarınızın ve arkadaşlarınızın bir kısım kamu oyu önünde şaibeli kalmış olması sizi de üzmeyecek mi?
Gelelim paralel yapıya. Bütün bunları “paralel yapı” olarak adlandırdığınız cemaatin yaptığını, bu operasyonların bir “darbe” olduğunu ve “devlet içine sızan” bu yapının hesap vereceğini söylüyorsunuz.
Yine sakin olarak düşünelim. Bu “paralel yapı” sizin zamanınızda o görev ve makamlara yerleştirilmedi mi? “Ne istediler de vermedik?” diyen siz değil misiniz? “Paralel yapı” ile on bir yıllık beraberliğinizi de yargılayacak mısınız? Bu beraberlik dolayısıyla kendinize de hesap soracak mısınız?