Veda Mektubu...
Her türlü "son dakika"ya, "sıcak gelişme"ye, "şok haber"e dair -anında iklimine girer- külliyat yazarım, yazı işlerinin verdiği vuruş sayısını aşar, saç-baş yolduracak şekilde köşelerden taşarım, mevzu bahis "yazmak" ise elimin ayarı yoktur zannederken kendimi, hep böyle oluyor işte;
Her gün artık duymaya tahammül edemediğimiz, sorsalar hiç tercih etmediğimiz konularda satırlar dolusu yazıp yazıp da iş deli gibi duyurmak, bildirmek, haberdar etmek istediğimiz konulara gelince kilitlenip kalıyorum! Kaçıyorum. Erteliyorum. "İham" hazretlerini bekliyorum, ne mümkün! Teşrif etmiyorlar bir türlü... Hoş gelseler ne olacak!.. Zinhar layık bulmuyorum heybesindeki cümleleri içimden geçenlere...
Velhasıl yine öyle bir sancı bende...
Daha geçtiğimiz hafta ortası, Adana'da tesadüfen çekimlerine denk geldiğim günden bu yana tek satırla anamadım ya Veda Mektubu-Ankara Yazı'nı -size bırakmayayım ben söyleyeyim- yuh olsun bana!
***
Mektup Mecnun'dan Leyla'ya, Kerem'den Aslı'ya, Tahir'den Zühre'ye olsa bu kadar kıvrandırmaz belki ama "Mustafa'dan tarihe" olunca eziliyor kalem de yürek gibi işte...
Hangi Mustafa mı?
"Bizim"ki!
Bu milletin her bir anasının evladı, her bir babasının yumru boğazında, her bir genç kızının "ölümsüz" nişanlısı, hepimizin kardeşi, ağabeyi olan Mustafa'nın;
12 Eylül darbesinden sonra "bir soldan, bir sağdan" dengesi(!) şaşmasın diye haksız, hukuksuz, vicdansız şekilde vebali alınan Mustafa Pehlivanoğlu'nun yağlı urgana yürümeden az önce annesine "helalleşmek isterdim ama olmadı" dediği o "ukde" mektubu... "Günahım varsa Allah'ın huzurunda çekmeye hazırım... Yok bir yanlışlık sonucuysa ölümüme karar verenler, idam edenler Allah'tan bulsunlar" dediği ilahi hüküm mektubu... "Nişanlım mutlu bir yuva kursun" dediği hiç bitmeyecek, hep yarım bir aşkın mektubu...
***
O mektubun öncesi ve sonrasının "ailevi" boyutunu aktaran Ankara Yazı, TRT'nin Türk sinemasının 100. Yılı dolayısıyla desteklediği 33 filmden biri! Bu desteğin çıkmasında psikolojik baskı unsuru olduysa zannediyorum ilk defa "Allah razı olsun" diyeceğim Erdoğan'ın 12 Eylül 2010 referandumundan önce -Türk yargısında sonradan kendisinin de bin pişman olduğu dönüşümün müsebbibi olan "evet" uğruna da olsa- bu mektubu okuyarak döktüğü gözyaşlarından! O sahne olmasa, sanıyorum TRT bir ülkücünün -hani şu ırkçı, kafatasçı, kandan beslenen ülkücülerden birinin- idam sehpasında ölümsüzleşmesinin filmini çekmeye cesaret edemeyebilirdi!.. Ama madem öyle böyle elini taşın altına koydu, ortaya çıkacak eseri gördükten sonra, "iktidar borazanlığı"na dair eleştirilerimiz baki kalmakla birlikte bu yönüyle teşekkürü esirgememeli bence! (Kaldı ki yiğidi öldür hakkını ver, onca siyasi yaranma çabasına heba edilen yayının arasında fark edilmesi zaman alsa da yine TRT'de yayınlanan Seksenler ve Diriliş de son dönemde Türk televizyon kanallarında sergilenen en kaliteli işler arasında...)
***
Ben işkence sahnesine denk geldim Ankara Yazı'nın; daha doğrusu işkence de değil de, Mustafa'nın işkence sonrası işkencecileri tarafından "öldü mü kaldı mı" diye kontrol edildiği sahneye... O bile nefesimi daraltmaya yetti...
Çoğunuzun aklından geçecektir; sakın ola "Kafes gişe yapınca ülkücü şehitlerin hatırları da tezgaha düştü" kavlinden değerlendirmeyin. Bu bir sektör, elbette gişesi de düşünülmüştür ama Kafes'ten çok daha önce başlandı Ankara Yazı projesinin çalışmaları ve -ne kadar ince eleyip sık dokuduklarını anlayın- henüz bitti çekimleri... Şubat'ı bulacak vizyona girmesi.
Referans oluşturması bakımından not etmek gerek ki; sponsorlarından biri de Altın Koza A.Ş. yani Adana Büyükşehir Belediyesi....
Kamuoyunda filmden çok tartışılan "Mustafa'nın Annesi Zeynep"i İpek Tuzcuoğlu canlandırıyor, "baba" rolünde Gürkan Uygun var... Büyük ihtimalle nefretle hadi bir tık düşürelim dozu öfkeyle izleyeceğiniz sahneler onlar ama işkenceci polis rolünde iki çok güçlü oyuncu Ümit Acar ve Tuncer Saman var...
Mustafa mı?
Münir Can Cindoruk; ben virgül koyayım izledikten sonra siz yapın yorumu...
***
Altın Koza Yönetim Kurulu Başkanı Halil Avşar'ın daveti üzerine ziyaret ettim Ankara Yazı'nın setini... Filme bakışlarını anlatırken "Mustafa Pehlivanoğlu'nun hatırasını sinema diliyle belgeleyen bir yapımın bir köşesinde adım yazacak, Belediye Başkanımız Hüseyin Sözlü'nün adı yazacak; bunun gururu her şeye değmez mi!" dedi...
Değmez mi hiç...
Öyle hassas bir konu ki sonucu izlemeden salamıyor insan kaleminin zincirlerini; dilerim ne emeği geçenleri utandırsın, ne kabirde yatanları, geride kalanlarını kırsın... Ki yeni "merhaba"lara da vesile olabilsin "Veda Mektubu"...
Çünkü "olursa", hanidir kendini "öz yurdunda garip" hissedenlerin ancak "hayal" dediği öyle büyük hasretlerin vuslatını planlıyor ki Hüseyin Sözlü...
Tadında bırakalım, sürprizi kaçmasın.
*
"Benden değilsen öl"
"Bu ülkede taş üstüne taş koyanı, biz başımızın üzerinde taşırız" diye yere göğe sığdıramadığı, bu ülkenin taşını toprağını ilim-irfanla donatan profesörün 5 yıl boyunca bir hücrede gayrı insani şartlarda tutulmasını sadece izledikten sonra, o profesörün taş üstüne koyduğu taşların da ilk fırsatta yıkılabileceğini öngörmemek ancak Polyanna'dan hallice bir iyimserliğin tezahürü olabilirdi. Bu ülkede o denli "pembe" gösteren gözlükle dolaşan son vatandaşlar da Silivri'ye hapsedildiğine göre zannederim hepimizin "makul gerçeklik" algısı yerli yerinde...
Haberi duymuşsunuzdur, Başkent Üniversitesi üzerinde çok uzun zamandan bu yana devam eden "baskı" YÖK eliyle "cemaate yakın sağlık kuruluşlarıyla aynı çuvala atılmak suretiyle" somutlaştı ve İzmir Zübeyde Hanım Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin faaliyeti durduruldu.
Sebep, birkaç hafta önce yapılan düzenleme doğrultusunda "Tıp Fakültelerine bağlı semt polikliniklerinin eğitime yönelik olmaması".
İktidar sahiplerinin şimdi "kumpas" dediği Ümraniye-Balyoz sürecinde de her bir haksızlığın, hukuksuzluğun kılıfı evvelce böyle itinayla hazırlanmış, kağıt üzerinde "caiz(!)" hale getirilmişti! Ben peşin peşin hatırlatmış olayım da sonradan kimsenin arkasına saklanabilecekleri bir "aldatıldık" bahanesi kalmasın!
Madem "uygunsuz"du, 13 yılı AKP dönemine denk gelmek üzere 17 yıl nasıl hizmet verebildi bu kurum?
Hem kurumdan hem de avukatlarından gelen tepkilere katılmamak mümkün değil; "bizden değilsen öl" diyorlar adeta!
Da...
Hastane bu... Evet dershanelerin de, bankaların da, medya kuruluşlarının da "toplum hayatı"nı etkileyen bir tarafı var ama hastane başka... "Bir gece ansızın" hastanenin kapısına kilit vurduğunda sadece sahibine değil orada tedavisi devam eden hastalara da "öl" diyorsun aynı anda.
Hukuk devletinde böyle bir ölçü olmaz da hadi diyelim ölçü iddia edildiği gibi "benden-benden değil" meselesi. Ne biliyorsunuz sağlıklarıyla oynadığınız, hayatlarını tehlikeye attığınız o hastaların kim olduğunu; "kan testi sonuçları"na mı baktınız harekete geçmeden önce? Ölçü ne?