V. Murat TULGA /  YENİ ÇÖZÜM SÜRECİ Mİ GELİYOR?

 V. Murat TULGA /  YENİ ÇÖZÜM SÜRECİ Mİ GELİYOR?

Bu yazıda bir zamanlar sahte bir darbe girişimiyle yargılanan bir subay ile Türkiye'nin yakın tarihinde katliamları ile damga vurmuş bebek katili bir terörist başının mahpusluk hikâyelerini ve hikâye süre gelirken ülkenin nereden nereye savrulduğunu okuyacaksınız. Bu hikâye esasında yeni Türkiye'nin de kısa bir analizi olacak. Türkiye'de ahlaki ayarlar ile oynanmasının da kısa bir muhasebesidir aslında. Başlayalım o halde…

Kumpas ve subay:

Kahramanlarımızdan birisi Muhabere Kurmay albaydı. Balyoz Davası kapsamında Hasdal Cezaevinde tutukluydu. Tutuklu Kurmay Albay en son, Diyarbakır, Lice'de Komutan Yardımcısıydı. Lice, PKK Terör Örgütü için sembolik bir yerdi. Çünkü örgüt, Lice'de, FİS Ovasında, terörist başı Abdullah Öcalan ve arkadaşları tarafından yıkık dökük bir ev içerisinde yapılan toplantı sonrası kurulmuş, sonra Türkiye'yi kan gölüne çevirmişlerdi. Bu yüzden Lice'nin terör örgütü için ayrı bir önemi vardı. Kurmay Albay, Lice'ye NATO Brüksel'deki daimi görevi sonrası atanmıştı, askerdi, her görevi kutsal sayıyordu, "Brüksel- Lice" fark etmez, yurt dışında, yurt içinde her görevini layıkıyla yerine getirme gayreti içerisinde oradan oraya koşuyordu. Lice-Hani-Kulp üçgeninde operasyondan operasyona katılıyor, terör örgütüne nefes aldırmamak için var gücünle mücadele ediyordu. Tüm bu yoğunluk içerisinde, bir gün Diyarbakır'dan Kolordu Kurmay Başkanı kendisini telefonla aradı. Balyoz Davası kapsamında ifadesi alınacağını, ivedi Diyarbakır'a gelmesini emrediyordu. Terörle mücadele falan ikinci plana atılmıştı, ifade vermesi daha önemliydi şimdi. Özel Yetkili Savcı, Beşiktaş'tan talimatla istemişti bu ifadeyi.

Çözümsüzlük süreci!

Kumpas davalar süreci yaşanırken bu arada Türkiye'de ilginç şeyler oluyordu. Terörist başına da Sayın Öcalan falan denmeye başlanmıştı. Çok önem veriliyordu kendisine. Yine kendilerine "Akil İnsanlar" denen bazı kişiler, il il dolaşıp uzlaşmanın ne kadar erdemli bir şey olduğunu anlatıyorlar, sanki daha önce terör yaşanmamış gibi yapıyorlardı. Bazı teröristler Kandil'den Habur'a geliyorlar, savcılar ayaklarına kadar giderek bu teröristlerin ifadelerini almak için Habur'da çadır mahkemeleri kuruyorlardı. "Çözüm Süreci" deniyordu bu sürece.

Bu süreç asker arasında şaşkınlıkla karşılanmıştı. Televizyonda teröristlerin halkı otobüs üstünde selamlamaları izlenmiş, her gün operasyona çıkan, canlarının pahasına görev yapan, arkadaşlarını şehit, gazi veren askerler arasında muazzam bir moral bozukluğu olmuştu. Son zamanlarda operasyonlar da seyrekleşmişti zaten, emirler gereği karakol güvenliğini takviye ediyorlar, operasyona çıkmayıp sadece savunma durumunda kalıyorlardı. Valiler operasyonlara izin vermiyor deniyordu, yol kontrol ve denetimleri de azalmış, çoğu yerde kontrol noktaları kaldırılmıştı. Kurmay Albay, denetlemelerinde bu moral bozukluğunu görüyor, astlarına moral vermeye, onlara olanları dilinin yettiğince anlatmaya çalışıyordu.

Bir de araya bu Balyoz Davası ifade işi girmişti, işini gücünü bıraktı, Diyarbakır'a gitti, ifadesini verdi, daha sonra mahkeme tarafından Balyoz Davası İddianamesinin kabul edildiğini ve kendisinin de sanıklar içerisinde olduğunu öğrendi. Hükümete darbe yapmak ile suçlanıyordu. Kısacası cuntacı olarak yargılanacaktı. Dağda terörist kovalarken birden yargıya hesap veren bir terörist olmuştu.

Duruşmalar başlamıştı, sıklıkla ardı ardına yapılan duruşmalara gidip gelirken bir gün duruşma salonunda mahkemenin talimatıyla etrafı jandarmalar tarafından sarılarak diğer silah arkadaşları ile tutuklanmıştı. Aylarca tutuklu kaldı kurmay albay. Bu süre zarfında suçsuz günahsız olmalarına rağmen, bir gizli el onlarla uğraşmaya devam ediyor, cezaevinden haftada iki kez on dakika ile sınırlı telefon görüşmeleri dinleniyor ve yandaş medyaya servis ediliyordu. Hâlbuki cezaevinde devletin koruması altında ve devletin gözetiminde bulunuyorlardı. Nasıl bu konuşmalar dinleniyor ve medyaya servis ediliyor, akıl sır ermiyordu bu duruma. Cezaevinde tutuklu olmalarına rağmen, "Cezaevinde havuzları var, her türlü konforları var, yan gelip yatıyorlar…" diye haberler yapılıyordu haklarında. Hâlbuki ne havuz vardı ne de güvenceleri. Sadece tel örgüler vardı, vefasızlık vardı, hasret vardı, bir de mahpusluk. Gel zaman git zaman bin bir sahte belge, bin bir iftira ve buna çanak tutanlarla mücadele sonrası bu Albay ve arkadaşları tahliye oldular, yeniden yargılandılar ve beraat ettiler. Çoğu şimdi emekli ve köşelerinde oturuyorlar yaşadıklarına ve memleketin acınası haline bakarak.

Subayı öldürmek:

Peki neydi bu yaşananlar. Yaşananlar aslında, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün, 31 Temmuz Afyon'da subaylara hitabında saklıydı: "Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler. Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler. Hayatında bir an

olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzeti nefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan hayatta iken, düşmanının tasarladığı ve reva gördüğü bu muameleye katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır. Dolayısıyla subay için ya istiklal, ya ölüm vardır..."

Kısaca subaylar öldürülüyordu, ama kimin tarafından? Devlet çanak tutuyor, Millet susuyor, komutanlar seyrediyor, FETÖ'cüler öldürüyorlardı…

İmralı'da bir piyon:

Terörist başı Öcalan, İmralı'daydı ve yaptıklarının cezasını çekiyordu. Çekmeliydi de. Binlerce vatandaşımızın kanı bulaşmıştı üstüne. Daha ilk ele geçtiğinde devlete verdiği mesajı netti uçakta. "Her türlü göreve hazırım." diyor, kendi bekam için yapamayacağım hiçbir şey yok, mesajı veriyordu.

Çözüm Süreci başlamış, verilen sözlerin diyeti istenir olmuştu kendisinden. Terörist başı olmaktan Sayın Öcalan'a evrilmişti bu süreçte. Teröristlikten birden akil adam olmuştu!!!! Birçok da iyileştirme yapılmıştı İmralı'da.

32 metrekarelik spor odası, 20 metrekarelik bir hobi odası, aynı büyüklükte bir derslikten yararlanıyordu.

Canı sıkılmasın diye başka mahkûmlar (5 mahkûm) getirilmişti yanına. Bu arkadaşları ile haftada bir saat görüşme hakkı vardı.

Ayda bir rutin doktor kontrolünden geçiriliyor, sağlığına çok özen gösteriliyordu. 11,81 metrekarelik koğuşundan şikâyet edince bir dizi iyileştirme yapıldı.

"Hava alamıyorum" dedi, havalandırma süresi bir saatten iki saate çıkarıldı, kapısı değiştirildi, yerine gri renk, sürgülü bir kapı takıldı. Koğuş penceresindeki sineklik kaldırıldı, kapının üstüne yetmedi bir pencere daha takıldı. Rutubetten şikâyetçi oldu, duvarları ithal kâğıtla kaplandı. Devlete günlük maliyeti 125 bin TL, yılda 45 milyon liraydı.

Bu süreçte İmralı'ya kimler gidip gelmiyordu ki. İlginç şekilde terörist başı kamuoyuna cezaevinden mesajlar veriyor, bu mesajlar İmralı dönüşü

milletvekillerince okunuyor, mesajlar medyada yer alıyor, öyle ki devletin resmi haber ajansı boy boy haber yapıyordu bunları. El yazısıyla yazmış olduğu notları tüm medyada yer alıyordu.

İmralı ziyaret resimleri tekmili birden yayınlanıyordu, sosyal medyada, görsel basında. "Biraz zayıflamış mı, yoksa biraz ihtiyarlamış mı?" bunlar konuşuluyordu ciddi ciddi. Nevruz'da mesajları siyasiler tarafından halka Türkçe ve Kürtçe okunuyor, görsel medya bu mesajın satır aralarını ilmik ilmik aynı anda birçok yorumcu ile yorumluyordu.

Siyasi iktidar, "Devletin İstihbarat Teşkilatı yapar böyle görüşmeleri, ne olacak?" diyordu. "Sayın Öcalan" lafına çok da alışılmıştı. Adalet Bakanlığı veriyordu izinleri ardı ardına. İmralı'ya sefer sefer üstüne konuluyordu. Motorbotların biri gidiyor, diğeri geliyordu. Tak bakıyorsunuz avukatlar İmralı'da, tak HDP eş başkaları, tak ailesi. İmralı denizde bir ada falan değil çift şeritli otoban gibi olmuştu.

Gel zaman git zaman bu görüşmelerde bir şeyler oldu. Sayın Öcalan tekrar terörist başı oldu. İzinler azaldı, seferler olmaz oldu. Mesajlar da kesildi…

Yeniden çözümsüzlük süreci mi?

Sonra yerel idareler seçimleri, İstanbul, Ankara ve İzmir'in AKP tarafından kaybedilişi. İstanbul'da mızıkçılık, seçimlerin yenilenmesi kararı. 23 Haziran'da yenilenecek bir Belediye Başkanlığı seçimi vardı. Seçimden iki gün önce bir "Son Dakika" haberi aynı anda tüm medya da yer alıyor, Anadolu Ajansı kaynaklı bir haber tüm görsel medyada alt yazı olarak geçmeye başlıyordu.

Seçim öncesinde Ali Kemal Özcan isimli bir akademisyen İmralı'ya elini kolunu sallayarak gidiyor, (Daha sonra hem de bir kere değil birkaç kere gittiği anlaşılıyor.), terörist başı ile saatlerce konuşuyor, ondan haber getiriyor, talimatını da kamuoyu ile paylaşıyordu. Daha öncesinde, terörist başı ile görüşme yapmak üzere uzun bir süre sonra avukatlarına da izin verilmişti. Bir şeyler yeniden başlıyor kokusu vardı havada. Kamuoyunun aniden tanıştığı bu akademisyen, daha sonra bir haber kanalına çıkıyor, "Öcalan Kürt isyanı lideridir, yerli ve milli bir şahsiyettir." diyordu. Yeni bir Çözüm Sürecinden ve terörist başının yeni bir inisiyatifinden bahsediyordu. İmralı'dan gelen talimat devletin resmi haber kanalı tarafından kamuoyuna duyuruluyor, bu esnada canlı yayında olan partili Cumhurbaşkanı konuya ilişkin görüşlerini belirtiyordu.

Ertesi gün terörist başının kardeşi terörist Osman Öcalan TRT Kürdi'ye çıkarak İstanbul seçimlerine ilişkin görüşlerini paylaşıyordu. TRT Kürdi'nin reyting kaygısından olacak ki arananlar listesinde olan bir terörist Irak'ta bulunarak TRT'ye çıkarılıyordu. Hâlbuki kendisini MİT bir türlü bulamıyordu. Partili Cumhurbaşkanı bu konu hakkında da G20 Zirvesi için Japonya'ya giderken "Osman Öcalan'ın kırmızı bültenle aranıp aranmadığından bilgisi olmadığını, TRT yetkililerinin arkasında durduğunu söylüyordu. İmralı ziyaretleri ile ilgili olarak da; "Adalet Bakanlığımız izini dâhilinde olmuştur, İstihbarat Teşkilatımızın bilgisi dâhilindedir" diyordu. Her şey çok normaldi yani. Türkiye yeni bir Çözüm Sürecine yelken mi açıyordu acaba? Evet, açıyordu. AKP ile yakınlığıyla tanınan bir bürokrat; "Temmuz 2019'da çözüm sürecinin yol haritasının, Eylül ayında ise barış bildirgesinin açıklanacağını…" söyleyiveriyordu.

Tarih tekerrür mü ediyor? Yoksa…

Evet. Şimdi tekrar başa dönelim. Bu iki hikâye yakın bir Türkiye hikâyesidir demiştik. Son 20 yılda Türkiye'nin tüm etik ve sosyolojik ayarlarıyla oynanmıştır. Aklımızla dalga geçilmektedir.

Bugün yanlış siyasi uygulamalardan kaynaklı bir beka sorunu vardır. Tüm değerler alaşağı edilmiştir.

Yaşananlar ve yaşananlardan çıkarılan dersler ülkenin geleceğine yön verecektir. Artık hata yapılmamalı ve kanılmamalıdır

Gelinen noktada alınan dersler:

Düne kadar terörist peşinde koşan TSK mensuplarına düşman hukuku uygulanmış, askerler kumpas davalarla hapishanelerde mahpus edilmiş, görev yerlerinden koparılmışlardır. TSK'DE MUAZZAM BİR LİDER KIYIMI YAŞANMIŞ, BOŞLUĞU FETÖ'CÜLER DOLDURMUŞ BU HAİNLERDE SONRA 15 TEMMUZ HAİN DARBE GİRİŞİMİNDE BULUNMUŞLARDIR.

En son askerlik kanunuyla ordu terhis edilmekte ve vatan savunması korunaksız bırakılmaktadır. TSK'de, Sevr Antlaşması sonrası tarihin en büyük asker terhisi yaşanmaktadır. TSK'DE LİDER KIYIMI SONRASI EN AST SEVİYEDE ER/ERBAŞ TERHİSİ YAPILARAK İKİNCİ NEŞTER VURULMUŞ, ASKERİ GÜÇ ZAYIFLATILMIŞ VE SAVUNMA SİSTEMİ ÇÖKERTİLMİŞTİR.

TSK, kumpas davalar, arkasından gelen 15 Temmuz hain darbe girişimi, müteakiben TSK'nin emir komuta yapısı, teşkilat, kadro ve terfi sisteminde yapılan düzenlemeler, askeri okulların, hastanelerin kapatılması, Askeri yargı sisteminin kaldırılması, lojistik sistem ve fabrikalarının dış güçlere peşkeş çekilmesi ile zayıf ve alt yapısız bırakılmış, en son askerlik kanunuyla da personel gücü yok edilmiştir. TSK'DE YAPILAN BU DÜZENLEMELER YÜZYILLARDIR VAROLAN SİSTEMİNİ YOK ETMİŞ, TSK'NİN FABRİKA AYARLARINI BOZMUŞTUR.

Hal böyleyken Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı ciddi beka sorunları katlanarak devam etmektedir. TSK, 15 Temmuz Darbe girişimi travmasını daha atlatamamıştır. Halen tutuklamalar devam etmekte, temizlik ve nekahet süreci sürmektedir. FETÖ tehdidi sivil kanada taşınamamış, siyaseten ve birçok alanda varlığını sürdürmektedir. Suriye ve Irak'da yaşananlar ülkenin güvenliğine ciddi tehdittir. Türkiye, Suriye bataklığına adım adım çekilmektedir. Suriye'den şehitler gelmektedir. Suriye'de rejim güçleriyle de karşı karşıya gelinmiş, sıcak çatışmaya ramak kalmıştır. Doğu Akdeniz ve Ege'de yaşananlar Türkiye'nin ciddi beka sorudur. Gerek Doğu Akdeniz'de gerek Ege'de oldubittiler yaşanmakta, net karşılık verilememektedir. Aidiyeti Belirlenmemiş Kayacık ve Adacıklara, Yunanistan tarafından el konulmakta, Yunanlı siyasetçiler ve askerler Türkiye'yi üst perdeden tehdit etmektedirler. AB, bu sorun da karşımızda yer almaktadır. Yunanistan yetmedi, AB'de karşımızda taraf tutmaktadır. Güncel sorunlar kapsamında S-400 sorunu ve F-35'ler ABD ile ilişkileri gerginlikte son noktaya çıkarmış, sadece güvenlik sorunu olarak değil, bir ekonomik tehdit olarak da ülkenin önüne konulmuştur. Gerek PKK Terör Örgütü gerek FETÖ Terör Örgütleri ile mücadele ağır aksak sürdürülebilmektedir. TÜRKİYE İÇ VE DIŞ TEHDİT SORUNLARIYLA KARŞI KARŞIYADIR. EMPERYAL GÜÇLERİN TALEPLERİ VE TEHDİDİ ARTMAKTADIR.

Son tahlil de çözüm:

Türkiye çok cepheli bir tehdit ile karşı karşıya, iç ve dış cepheden bir saldırı altındadır. Bu sorunlar stratejik bir öngörü ile çözülebilir. Çözüm yine Ulu önderin şu hitabında saklıdır:

"Şimdi Efendiler, düşmana taarruz için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan önce, hazırlamak ve tamamlamak zorunda bulunduğumuz savaş vasıtalarının ne olduğunu arz edeyim: Tam üç vasıtanın hazırlığının yeterli olduğunu görmek gereğini duyuyorum. Birincisi, en önemlisi ve asıl olanı doğrudan doğruya milletin kendisidir.

Milletin varlığı ve istiklâli için gönlünde, vicdanında belirmiş, gelişmiş olan istek ve emellerin sağlamlığıdır. Millet, içindeki bu isteği ne kadar güçlü bir şekilde ortaya koyarsa, bu istek ve emelinin gerçekleşmesi için ne kadar çok azim ve iman gösterirse, düşmanlara karşı başarı sağlamak için o kadar güçlü bir vasıtaya sahip olduğumuza inanırım.

İkinci vasıta, milleti temsil eden Meclis'in millî isteği ortaya koymakta ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği kararlılık ve yiğitliktir. Meclis, millî isteği ne kadar büyük bir dayanışma ve birlik içinde aksettirebilirse, düşmana karşı o kadar güçlü bir üstünlük vasıtasına sahip oluruz:

Üçüncü vasıta, milletin silâhlı evlâtlarından ibaret olup düşman karşısında toplanmış bulunan ordumuzdur.

Efendiler, dedim, bu üç vasıta veya gücün düşmana karşı oluşturduğu cepheler iki şekilde düşünülebilir. Kolay anlaşılması için şöyle diyeyim: İç ve görünürdeki cephe… Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği bir cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir.

Fakat bu durum hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin çöküşüdür. Bu gerçeği bizden çok daha iyi bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarı da sağlamışlardır.

Gerçekten, «kaleyi içinden almak» dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksadı gerçekleştirmek için içimize kadar sokulabilen bozguncu mikropların ve ajanların varlığını iddia etmek yerindedir…"

Sonuç:

Son tahlilde; iç cephe önem arz etmektedir. Fakat iç cephe, yanlış siyasa ile zayıflatıldığı ve gün geçtikçe daha da zayıflatılacağı emareleriyle doludur. Başkanlık Sistemi denerek Meclis yetkileri azaltılmış, kararlar tek adamın dudağı arasına bırakılmıştır. Tek adamın denetimi sağlanamamaktadır. Tek adam kolaylıkla aldatılabilmekte ve stratejik öngörüden uzaklaşabilmektedir. Türkiye yönetim sistemi yeni sistemin noksanlık ve aksaklıklarına kurban edilmektedir. Türk Ekonomisi, ABD'li kovboyun iki dudağı arasındadır. Dolar ve avro bir sözle yükselmekte, bir sözle düşmektedir. Millet ve Meclis yeterince bilgilendirilmemekte, günlük kısır tartışmaların gölgesinde oyalanmaktadır. Son tekrar edilen seçim ve yaşanan kısır tartışmalar milletin vaktinden galebe çalmaktan başka bir şey değildir.

Oysa çözüm, tehlikeleri ve milli menfaatleri hedefe koyarak öncelikle iç kaleyi sağlamlaştırmak, Milleti doğru bilgilendirmek, milli öncelikleri belirlemek, dolayısıyla siyasanın kalbi Meclisi ve Türk birliğinin, Türk kudret ve yeteneğinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesi olan TSK'yi güçlendirmek ve sağlam tutmaktır.

Başarı, sivil ve askerin milli menfaatler kapsamında ortak davranması ve Milletin aynı hedefe kilitlenmesinden geçer. Bu kapsamda devletin, TSK'nin her kurumu, her tesisi, her bireyi ile kuvvetlendirilmeli, sistemi sağlam kurulmalıdır.

Haysiyet ve bağımsızlığın temel alındığı dış siyasa, iç cepheyi desteklemelidir. Haysiyetli ve bağımsız dış siyasa diyoruz, çünkü G-20 zirvesinde ABD Başkanı Trump'un Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın da olduğu Türk Heyetini "Hollywood Kahramanlarına" benzetmesine, heyetimizin tepki vermek yerine gülücüklerle karşılaması Türk ulusunun beklediği haysiyetli karşılık değildir.

Öncelik, İç Cephede olmalıdır. Bunun en önemli bileşeni, milleti ve siyasi iradeyi tam olarak arkasına almış güçlü ordudan geçer. Bunu ordunuzu terhis ederek, terörist başından medet umarak yapamazsınız. Yeni çözüm süreçleri bu ülkeye daha da kaybettirir. Geçmişten ders çıkarmak gerekir. Ne yazık ki çıkarılmadığı görülmektedir. "Subayınızı öldürmeyiniz, teröristi yüceltmeyiniz…" Yoksa ülkenin vay haline.