Uydurukçaya dair
“Gençler, bu dili bilmiyorlar, anlayamayacaklar, ne dersiniz, dediler. Öğrensin keratalar, dedim. Çünkü İngilizce öğreniyor, anasının dilini öğrenmiyor. Bu olmaz...” (Attillâ İlhan)
Fazla abartmamak koşuluyla, kelimelerin, kökenlerine bakılmaksızın, kullanılabileceği kanısındayım açıkçası. Dilde köken bağnazlığını reddediyorum. Bu yüzden “dilde arındırılmışlık” adı altında, insanımıza dayatılmasından da son derece rahatsızım bu durumdan... Muhtemelen sığınılan kavram da şu; çağdaşlık. Ne yapmaya çalışıyorlar dersiniz? Dedi ki: “Meselâ deme, o Arapça, örnek de.” Dedim ki: “Örnek de Ermenice ama!”
Kökten Batıcılıktan nüfuz ettiği besbelli olan bu “arındırmışlık” sonrasında, büyük romancı yahut büyük şair çıkmasını mı bekliyorsunuz bu milletten? Olayların ve olguların derinlikli bir şekilde anlatılamayacağı malûm çünkü! İfade zenginliğini yitirmiş bir dilden, sanat şahikası beklemek, abesle iştigal etmektir zannımca. Hani ilim, fikir ve sanat eserleriniz... Ne imiş? “Eski” imiş! Reddi miras bir nevi... “Arapça ve Farsça istila ediyor” ama sıra İngilizce’ye gelince çağdaşlık! Nasıl bir yabancılaşmadır bu böyle? Ürperiyor tüyleri Osmanlı bahsinde âdeta... Haçlı ile müşterek düşmanları bir demek ki! Milleti önceliklemeyen bir devlet anlayışı sindiği için zihinlerine, yaklaşımları karşısında pek de şaşırmamak lâzım aslında...
“Dili dilime uyan, dini dinime uyan” şeklinde özetliyor milleti Gökalp. Haklı da! Bakınız, dikkat edin, ne Gökalp’in Türkçesi ile ne Ömer Seyfettin’in Türkçesi ile ne de Atsız’ın Türkçesi ile alâkaları var onların... Herhalde konu hakkında Gökalp’ten, Ömer Seyfettin’den ve Atsız’dan daha hassas olduklarını iddia etmezler şimdi...
Halkın günlük konuşma dili ne ise, yaşayan Türkçe odur. Ahmet Yenilmez bir müddet evvel, “Lise mezunlarının 93 kelimeyle konuştuğu; iyi yetiştirilmiş bir kangal köpeğinin 150 kelimeyi anladığı bir toplumda yaşıyoruz” demişti de, kışkırtıcı bir kıyaslama olarak algılamıştım hakikaten!
Merak ediyorum, “uydurukçalarıyla” dünya Türklüğüne hitap edebileceklerine inanıyorlar mı sahiden... Türkçeyi daha kolay bir dil haline getirmek maksadıyla yürüttükleri operasyon, bu milletin birbiriyle anlaşmasını bile zorlaştırıyor! Medeniyet ideali gütmemek, bu tip takıntılarla yaşatıyor insanı ne yazık ki... Türk devletler tarihini aralıksız bir bütün şekilde algılamayıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin gökten zembille indiğini zannetmekle ilişkili olduğunu gözlemliyorum “uydurukça” bağımlılığının...
Doğru: “Dil, canlı bir varlık gibi doğar, büyür, gelişir, değişir ve ölür.”
Bahse konu “arındırılmışlığın” asıl gayesinden uzaklaştığına inanıyorum. “Uydurukça” olarak algılamam o yüzden... Canlı bir olgu olarak dilin, bilhassa Türkçe’nin, fakirleştirilmesinden, cılızlaştırılmasından, ruhsuzlaştırılmasından yana değilim elbette. Milletlerarası karşılıklı alışveriş, dil bahsinde de gerçekleşebilir; ki gerçekleşiyor da zaten... Bunu doğal karşılarım. Tekrar ediyorum: Karşı çıkışımın nedeni, dilde köken bağnazlığı, kasıtlı bir şekilde aynı kökten kelimelerin aşırı kullanımı ve bu milletin mazisi ile bağını çökertmek isteyenlerin dili araç edinmeleri...
Yaratıcı, Kur’an’da şöyle sesleniyor, “Ol deyince oldurulan” insana: “...Dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun varlığının ve kudretinin delillerindendir.” Demek ki “çeşitlilik içindeki birliği” bozmaması gerekiyor medeniyet görmüş insanın...
İlgilisine tavsiyem; şuurlu bir Türk milliyetçisi olan Necmettin Hacıeminoğlu Bey’in “Türkçe’nin Karanlık Günleri” isimli eserine bir göz atıvermeleri...