Utanmanın yeni şekli horozlanmak mı?
Utanma duygusu, insanoğluna verilmiş önemli duygulardan biridir. Utanma kavramı için dilimizde mahcubiyet, hicap, ar ve hayâ kelimeleri de kullanılır. Biraz daha eski dildeki teeddüp, hacâlet ve şerm kelimeleri de utanma anlamına gelir. Türkistan Türkleri bu kavramı anlatmak için uyat derler. Bilinebilecek bütün karşılıkları veriyorum ki okuyucuların zihninde kavram tam olarak canlansın. Hatta “utanma duygusundan yoksun” anlamındaki olumsuz biçimleri verirsem kavram daha açık bir şekilde zihnimizde canlanır: utanmaz, arsız, hayâsız.
Türkçe Sözlük’te “utanmak” kelimesi, “onursuz sayılacak veya gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duymak, korkmak, mahcup olmak, sıkılmak” şeklinde açıklanır. Onursuz veya gülünç duruma düşen bir insanın yüzü kızarır. Nitekim Şemseddin Sami, Kamûs-ı Türkî adlı sözlüğünde kelimeyi doğrudan doğruya “bir kötü iş veya sözden veyahut bilâsebep kızarmak” şeklinde açıklar. Demek ki, ister kötü bir iş veya söz sebep olsun, ister bir onursuzluk söz konusu olsun, hatta isterse hiçbir sebep olmasın, utanmanın en temel belirtisi “kızarmak”tır.
Son zamanlarda, utanması gereken bazı insanların hiç utanmadığına sıkça şahit olmaya başladık. Hatta utanmak bir yana, üste çıkıp horozlanıyorlar da. Bir takım kürsülere çıkıyorlar, otobüslerin üstüne çıkıyorlar, alıyorlar insanları ve mikrofonları karşılarına, en yüksek perdeden atıp tutuyorlar. Olandan bitenden sanki onlar sorumlu değil. Parmaklarını sallıyorlar, avuçlarını yere çevirip ellerini göbekten aşağı doğru indiriyorlar, sonra da kabardıkça kabarıyorlar.
Şimdi düşününüz. Asya’da, Avrupa’da veya Amerika’da bir ülkeyi idare ediyorsunuz. Uyuşturucunun kullanılmasını da, satılmasını da yasak etmişsiniz. Etmişsiniz ama milyonlarca dolarlık uyuşturucu ülkenizin bir ucundan giriyor, öbür ucundan bütün ülkelere yayılıyor. Yıllar böyle geçiyor ve bunu önleyemiyorsunuz veya önlemiyorsunuz. Bir idareci olarak bu durumdan utanmanız ve yüzünüzün kızarması gerekir değil mi? Hayır, yine mikrofonların karşısına geçiliyor, yine yüksek perdeden esilip gürleniyor. Yine babalanma, yine horozlanma...
Bir daha düşününüz. Avustralya’da, Afrika’da veya Asya’da bir ülkeyi yönetiyorsunuz. Şehirlerinizin, kasabalarınızın sokaklarında, caddelerinde, meydanlarında devamlı vurdulu kırdılı olaylar var. Bir takım serkeşler, ellerindeki taşları veya Molotofkokteyllerini oraya buraya atıyorlar. Camekânlar iniyor, dükkânlar ve polis panzerleri yanıyor, insanlar yaralanıp ölüyor. Her akşam milyonlarca insan televizyon ekranlarından bu vahşî olayları seyrediyor. Hadiseler yılda bir, ayda bir olmuyor. Her gün oluyor ve bu durum aylarca, yıllarca sürüyor. Bir yönetici olarak bu durumdan utanmanız ve yüzünüzün kızarması gerekir değil mi? Hayır, ne mümkün! Yine efelenme, yine babalanma, yine horozlanma...
Tekrar düşününüz. Avrupa’da, Asya’da veya Antarktika’da bir ülkeyi yönetiyorsunuz. Sınırlarınızdan giren belli değil, çıkan belli değil. Bir yandan uyuşturucu, bir yandan insan kaçakçıları sınırlarınızı durmadan deliyor. Sınırlarınız âdeta kevgire dönmüş. Bir yandan da eline silah alan asiler, deline deline kevgire dönmüş sınırlarınızdan dışarı çıkıyor, içeri giriyor; köylere, karakollara, birliklere baskın veriyor; askere, sivile ateş ediyor; her gün insanları yaralayıp öldürüyor. Bu olaylar da öyle yılda bir iki defa olan cinsten değil. Neredeyse her gün oluyor ve yıllardır sürüyor. Bir idareci olarak bu durumdan utanmanız ve yüzünüzün kızarması gerekir değil mi? Hayır, hangi memleketse öyle bir memleket ki orası ve nasıl yöneticilerse o ülkenin yöneticileri, utanma sıkılma bilmiyorlar. Yine horozlanıyorlar; mikrofonların karşısında en yüksek perdeden ötüyorlar.
Bir arkadaşımın bahçesinde durmadan kabaran ve öten parlak tüylü horozu görünce bunları düşündüm. Sonra da galiba yanılıyorum, dedim. Utanmanın şekli ve belirtisi değişmiş olmalı. Eskiden utananlar kızarıyorlardı; şimdi artık utananlar kabarıp horozlanıyorlar.