Üşüyorum veya bin yıl öteden gelen bir ses
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgâr gibi süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum.
Bu ses, 1980’lerden, Mamak zindanlarından geliyor. Duruşmalara gittiğim her gün, Mamak, Mamak / Olmak veya olmamak diye mırıldandığım işkence odalarından; tecrit hücrelerinden. Çok da emin değilim; bu ses belki de bin yıl öteden geliyor. Ta Doğu Türkistan’dan, adını bilmediğimiz, Budist bir Türk şairinden:
Sıralanıp duran kat kat dağlarda...
Ardıç ağaçları altındaki akar sularda
Sevinçle uçuşan kuşçukların
toplandığı yerde
Her şeyden uzak, huzura ermeli
öyle yerlerde.
Bin yıl önceki meçhul şair, kat kat dağlar arasındaki ardıç ağaçları altından akan sularda, uçuşan kuşların toplandığı yerde ruhunu dinleyip huzura kavuşmak istiyor. Bin yıl sonra, Mamak zindanlarındaki ülkücü şair, kekik kokulu koyaklarda, güvercinler ülkesinde dolaşıyor; bir çeşme başında ruhunu dinlemek istiyor. Türkçenin ve Türk ruhunun ilahi sesindeki birliğe, bölünmezliğe bakar mısınız? Bin yıl önce bir Uygur Türkü, Budizm’e iman etmiş; ruhunu tabiatın sessizliklerinde arıtmak ve Nirvâna dediği kendi huzur dünyasına kavuşmak istiyor. Bin yıl sonra bir Oğuz Türkü, bir ülkücü Türk, Müslümanlığın, dinler içinde belki de en olgun, en gelişmiş Tanrı tanımıyla tanımlanan Allah’ına iman etmiş; o da ruhunu tabiatın sessizliklerinde arıtmak ve kendi huzur dünyasına kavuşmak istiyor. Zaman, bin yıl önce, bin yıl sonra. Mesafe, binlerce kilometre, Doğu Türkistan - Anadolu. İman, uzak mı uzak, Budizm ve Müslümanlık. Fakat ruh aynı ruh, ses aynı ses; Mübarek Türk ruhu ve kutlu Türk sesi!..
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi
Sana ulaşmak istiyorum.
İşte Muhsin Başkan’ın imanı: Sonsuzluğun sahibi. Allah sözünü telaffuz etmese de Allah diyor. Sonsuzluğun sahibi. Artık CC diye yazmaya gerek var mı? Binlerce yıl içinde nice şairimiz Allah sözünü şiirinde kullandı; CC diye yazmadan. Her vesileyle şiirini okuduğumuz, Mevlid şairimiz Süleyman Çelebi, Allah adın zikredelim evvelâ diye başladı o unutulmaz şiirine; CC diye yazmadan. Muhsin Başkan sonsuzluğun sahibi diyor. Elbette önsüzlüğün de sahibi. Doğmadı, doğurmadı; evrende eşi benzeri yok. Zamansız, mekânsız, cisimsiz. Bundan daha gelişmiş Allah tanımı olabilir mi? Meçhul Budist şair, bin yıl öteden şöyle sesleniyor:
Göğerip duran görklü dağlarda...
Sık, yoğun ağaçlar arasında
Köpürüp duran göl sularında
Gözden, duyulardan sıyrılarak
Arzulardan uzak, huzur bulmalı
öyle yerlerde.
Bin yıl sonra Muhsin Başkan, Müslüman imanı ile Mamak’ın taş duvarlarından süzülerek tabiatın koynuna uzanıyor:
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında
uzanmak istiyorum.
Aman Allahım! Budist şair, tabiatın koynunda, göl sularında, gözden, duyularından, arzularından sıyrılıp kendi huzuruna, Nirvâna’ya kavuşmak istiyor. Muhsin Başkan bütün tabiatın zikre daldığını biliyor; papatyaların gülümseyerek Allah’ı tesbih ettiğini biliyor ve güneşle kol kola girerek bir çeşme başında evrenle bütünleşiyor. Budist şair köpürüp duran göl sularında huzuru bulmak istiyor; Muhsin Başkan bir çeşme başına uzanarak. Sevgili Muhsin Başkan, belki güneşle kol kola değil ama, yine tabiatın koynunda sonsuzluğun sahibine ulaştı.
Tabiatla birleşti; evrenle bir oldu; vücut, vahdet oldu; vahdete kavuştu. Şimdi vatanın kekik kokulu koyaklarında, güvercinlerin uçuştuğu semalarda, nane kokularında, papatyaların gülümsemesinde, güneşin ışıklarında, çeşme başlarında o var. Onun ümit dolu bedeni Mamak’ın parke taşlarında üşümüştü; sonsuzluk yolculuğuna giderken karlar arasında yine üşüdü. Fakat ruhu, güneşle kol kola sonsuzluğun sahibine doğru koşuyor.