Üniversite "şirket" gibi olamaz
En klişe tanımıyla "bilim yuvası" diyoruz üniversitelere.
Bilim, "Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim", "Belli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkan, belli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma süreci" Türk Dil Kurumu'na göre.
Yani...
"Hokus pokus" diyerek bir anda ulaşılamıyor "bilimsel bilgi"ye, "buluş"a;
Denemek gerekiyor...
Olmadı bir daha... Olmadı bir daha...
Araştırmak; bunun için kaynak gerekiyor. Kaynağa ulaşabilecek imkân gerekiyor...
Bazen...
Gitmek, yerinde görmek, gezmek, incelemek gerekiyor...
Zaman gerekiyor...
Tahammül gerekiyor...
Bunların tamamı için de "finansman" gerekiyor...
Türkiye'de akademik girişimlere sponsorluk çok da yaygın olmadığından, "kamu"dan destek yoksa "bilim insanları" üniversitelerden aldıkları maaşları ölçüsünde yürütebiliyorlar bu uzun "süreç"leri...
Şimdi, Millî Eğitim'de öğretmenlerinin burnundan gelen "norm kadro"yu akademiye de taşımak suretiyle buna da göz dikildi!
O dönem derse girmeyen ama belki de üniversitenin imkânlarını kullanarak dünya çapında bir çalışmaya imza atmaya hazırlanan bir profesör, yeteri kadar ders verdiği kanaati oluşturmayan ama uluslararası sempozyumlarda Türkiye'ye çatır çatır puan kazandıran bir doçent vs. bir kalemde "norm kadrosu" diye kapının önüne konabilecek yeni sisteme göre!
Fayda-zarar hesabını "sabah sekiz akşam beş çalışıyor mu"ya göre yapan "norm kadro" uygulamasıyla "Hazerfan"lar yetiştirmek mümkün olabilir mi sizce?
Çok uzatmaya gerek yok;
Üniversiteler "şirket" değildir, "şirket" gibi yönetilirlerse "kasa"ca kâr edersiniz belki ama "kafa"ca her gün biraz daha geriye gidersiniz, yazın bir kenara!
***
Soru-Yorum
"2002'den bu yana olan her şeyin sorumluluğu bize aittir" dedi.
Kimse sormadı:
"Dış güçler"in, "Faiz lobisi"nin, "Üst akıl"ın üzerine attıkları da dahil mi?
***
Ayasofya'yı ne yapmalı?
Ayasofya'yı ne yapmalı, kaynar kazana mı atmalı kıvamındaki kronik tartışma, yine hayli yersiz ve zamansız başladı, aslen uzatmamakta fayda var ama "sanat tarihçisi" yanım dürtüp duruyor;
Bence müze olarak kalmalı.
***
Dün, Habertürk'te mekanın cami olarak kullanılmasını savunan Murat Bardakçı'nın altını çizdiği gibi;
Ayasofya, İstanbul'un Fethi'nin önemli sembollerinden biri...
O günün yasalarına göre "kılıç hakkı"...
Ve fakat, yeryüzünün gelmiş geçmiş en abide mimari eserlerinden de biri aynı zamanda. Ve burayı cami olarak kullanmaya başladığınızda, istemeseniz de, orada yapılacak ibadetin şekli şartlarının yerine getirilebilmesi için o "tarihi miras"ın kısmen katli gerekli.
Yıllar süren restorasyon ve onarımlarla gün yüzüne çıkarılan fresk ve mozaiklerin bir kere daha örtülmesi...
Kimse, bana "cemaat"in kubbedeki "melek" figürlerinin altında ibadete razı geleceğini; hazmettire hazmettire, ucundan accık diye diye yeni bir "çimento kaplama" rezaletine gidilmeyeceğini söylemesin!
***
Ayrıca...
Ayasofya'nın "cami" olarak kullanıldığı neredeyse 500 yıl boyunca maksat hasıl olmadı mı; yedi cihan İstanbul'un yedi tepesinden yükselen ezanlardan haberdar değil mi?
Yedi cihan "Fatih"ten haberdar değil mi?
Keza "fetih"ten...
Ayasofya "sembolik" görevini çoktan tamamlamış olduğuna ve yapının avlusunda bulunan minareden ezan okunmaya, mescidinde de namaz kılınmaya devam edildiğinde yani "ibadet edememe" sorunu bulunmadığına göre...
Ne gerek var?
***
Bize 6. yüzyıldan kalan günümüz Ayasofya'sının (ilki 4. yüzyılın ilk yarısında inşa edilmişti) tamamlanmasından sonra Justinianus, Hz. Süleyman Mabedi'ni kast ederek "Ey Süleyman seni geçtim" demişti.
Komplekse sebep buysa...
Başta Mimar Sinan'ın "payanda" görevi gören minareleri olmak üzere, Osmanlı döneminde yapıya -bugün hâlâ ayakta durabiliyor olmasını sağlayan- öyle kritik dokunuşlar/güçlendirmeler yapıldı ki, hepiniz gönül rahatlığıyla söyleyebilirsiniz;
Ey Justinianus seni geçtik!
Ayasofya bir Bizans eseri olduğu kadar Osmanlı eseridir de...
Hristiyan dünyasının dört bir yanından içindeki mozaikleri, freskoları görmeye gelenler olduğu kadar, İslam dünyasının dört bir yanından, Mustafa İzzet Efendi'nin elinden çıkma "Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin" hatlarını görmek için gelenler de var buraya...
Gelmeye, Türk'ün nasıl bir "kültür hamisi" olduğunu görmeye de devam etmelerinin ne mahsuru var?