Uluğ Kaan
Aşağıdaki yazı bir mizah yazısıdır; kimse üzerine alınmaya!
Her günkünden daha gururluydu. Göğsü bir başka kabarıyordu bugün. Dünyanın en büyük devletinin başkanı yeni sarayında kendisini ziyaret edecekti. Odasından çıkar çıkmaz endazecibaşını çağırdı. Gönyeye benzer aletiyle endazecibaşı, Uluğ Kaan’a yaklaştı ve onun zeminle oluşturduğu açıyı ölçtü. “90 derece Uluğ Kaanım”, dedi. “Demek ki yeteri kadar dik duruyorum” diye cevap verdi Uluğ Kaan ve içi rahatladı; merdivenlere müteveccih oldu.
Bu ne ihtişamdı yâ rabbî! Yüce Rabbim sana hamd ü senâlar olsun! Nasıl da muazzam ve mutantan bir dekor içinden geçiyordu. Merdivenlerden gerinerek ve geğirerek Uluğ Kaan iniyordu. Dünyanın en büyük devletinin başkanı da işte onu aşağıda bekliyordu.
İki yanda zırhlarına bürünmüş başbuğların arasından bir bir geçmeye başladı. Her basamakta iki başbuğ. Öyle bir dekor ki Şekspir tiyatrolarının sahneleri o dekorun yanında sönük kalıyordu. Fakat ilk basamakta Uluğ Kaan’ın içine bir şüphe düştü. Neydi bu bayraktaki ejder? “Bu başbuğun putperest olduğunu bana niye söylemediler ki?” diye geçirdi içinden. “Şu da kartal mı ne? Kanatlarını açmış?”
Bir basamak daha inince az daha kalbi duracaktı. Duyduğu sesten yüreğine inme de inebilirdi. Evet açıkça kurtlar uluyordu. Şu mavi bayrağın üstündeki kurt başı... Ulumalar kulaklarını doldurdu, ellerini tıkamak istedi kulaklarına, fakat aşağıda ağır misafiri vardı ve bu ihtişamı bozmak olmazdı. Ağzını doldura doldura senelerce sövmüştü kurtlara ve kurtçulara. Şimdi aynı kurtla gururlanıyordu. Acaba birileri suikast mı yapmak istemişti? “Şevketluu ve mehâbetluu ve tantanaluu Uluğ Kaanımız!” diyerek birileri bu bayrakları önceden göstermeliydi. “Putperest devletlerin başbuğlarıyla benim aramın hoş olmadığını bu mendeburlar bilmiyorlar mı? Yoksa bunların da arasına muvâziler ve paraleller ve koşutlar mı katıldı? Ben onların inlerine gireyim de görsünler günlerini!” diye söylendi içinden.
Söylendi söylenmesine de kötü sürprizler bitmiyordu ki. Şimdi bir de Yahudi Devleti bayrağı çıktı. Nedir bu yılana benzer yaratığın sağ tarafındaki yıldızlar? Sen kürsülere çık, “bu Yahudahu haddini bilsin!” diye bağır; sonra da mazide kalmış bir Yahudi devletinin bayrağı yanında gösteri yap. Üstelik aşağıda Yahudahu’nun düşmanı bir devletin büyük başkanı varken. Olacak şey değildi. Demek ki daha haddi bildirilecek çok adam vardı. Uluğ Kaan zaten bir haddini bildirme ustası idi.
Alt basamaklarda rahatlar gibi oldu. Oldu ama yine de içini karıncalandıran birkaç görüntü vardı. Doksan derecelik açıyı bozmamaya dikkat ederek merdivenleri tamamladı ve yüksek misafirini kolları arasında sıktı.
Ertesi gün bütün matbûat ve sûret-neşriyat Uluğ Kaan’ın ihtişamından, ihtiramından, irtifaından bahsediyordu. Ulu dağların zirvesine layıktı o, hatta arşıâlâya çıkarılsa sezâ idi. Uluğ Kaan bunları işitince ve görünce endazecibaşını çağırttı; 90 dereceden daha dik bir vücut vaziyeti olup olmadığını sordu. Biraz arkaya doğru kanırtabilirse bedenini, mesela 110 derecelik bir açıyla daha ihtişamlı görünebilirdi. Bunun için sık sık temrinler ve mümareseler yapması gerekiyordu.
Birkaç gün sonra muştulu ve coşkulu haberler geldi kulağına. Hedefteki kitle on ikiden vurulmuştu. Kafalarını ceviz çatlatır gibi tokuşturan, ellerinin şehadet ve serçe parmaklarını kaldırıp kurt başı gibi sallarken mehter marşları dinleyen hedefteki kitle merdivendeki manzaraya hayran olmuştu. “Kaan dediğin böyle olur” diyorlar, “çok yaşa Uluğ Kaanımız!” diye bağırıyorlardı. İçlerinden şöyle bağıranlar da duyulmuştu: “Bizi ayaklarının altında çiğnesen de Uluğ Kaanımız, sana fedadır bizim canımız!”