Uçaklardan gemilere: Perde arkası
Tarih: 16 Ocak 1991. Ankara’dayım.
Irak’la savaşın çok yakında olacağını biliyor, ancak tam olarak ne zaman başlayacağını bilmiyordum. Sabah saat iki civarında Washington’dan telefon geldi. Arayan zamanın siyasi-askeri işlerden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı ve şimdi Milli Güvenlik Konseyi üst düzey memurlarından olan Dick Clarke’dı. B-52’lerin İspanya’dan Irak istikametine havalandıklarını ve hemen Türk hava sahasından geçiş izni alınmasına ihtiyaç duyulduğunu söyledi.
“Türkiye’ye ne zaman ulaşacaklar” diye sordum.
“Altı saat civarında.”
“Suriye üzerinden uçabilirler mi?
“Hayır.”
Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile irtibat kurduktan sonra onu arayacağımı bildirdim.
Özal, caddenin karşısında oturuyordu, yine de telefonla aramayı uygun buldum.
Telefonla cevap veren görevliye bu görüşmenin acil olduğunu bildirdikten sonra, ona ulaşmam bir dakika aldı. Özal bir gece kuşuydu; uyandırdığım için özür dilediğimde uyanık olduğunu söyledi.
Cumhurbaşkanı’na, beş saat içinde ABD’nin Türkiye’nin hava sahasından geçiş ihtiyacı olduğunu bildirdim. Bana tek sorusu “Uçaklar Suriye üzerinden uçabilirler mi?” oldu. Sadece “Hayır, biz sormak istemedik; onlar da razı olmazlardı” dedim. Özal, tekrar arayacağını söyledi. Kısa bir zaman sonra aradı. Gerektiğinde uçuşların makul bir şekilde tekzip edilebilmesini sağlamak amacıyla, Suriye sınırına yakın uçup uçamayacaklarını sordu. Evet, diye cevap vererek bunu Washington’a ileteceğimi söyledim. O da geçiş izni verdiğini belirtti.
Acilen, Türk hükümetinin üslerin kullanımına izin vermesine ihtiyacımız vardı. Elbette Parlamento’nun onayını alacağını ve mümkün olan en kısa zamanda kanun teklifinin sunulacağını, söyledi. Ne zaman, diye sordum. Bir çeşit gülümsemeyle ’bugün’, dedi. Aynı gün Özal TBMM’nin onayını almak için bir girişim başlattı... Meclis öğleden sonra teklifi onayladı. Akşamın erken saatlerinde Özal aradı ve ilk sözleri şunlardı: “Pekâlâ sayın Büyükelçi, memnun oldunuz mu?” Bu olayı anlatan Morton Abramowitz. (Türkiye’nin Dönüşümü ve Amerikan Politikası, 2001) Bu derin bağlılık nedeniyle alınan kararların sonuçlarını hep birlikte yaşadık. Neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Şimdi uçaklardan gemilere geçelim. Soros’un öncülüğünde Gürcistan’da bir kadife devrim gerçekleşiyor. ABD yanlısı Saakaşvili iktidara getiriliyor. Aldığı destekle Güney Osetya özerk bölgesine operasyon düzenliyor. Bunu fırsat bilen Rusya, emperyal hedeflerini korumak için Gürcistan’ı işgal ediyor. Batı’nın bölgedeki küçük bir müttefiki üzerinden bölgeye ve dünyaya mesaj veriyor. Rus basını, Türkiye’yi savaşa sebep olan devletler arasında gösteriyor.
Montrö Antlaşması Karadeniz’in girişinde ve İstanbul Boğazı’nda Türkiye’nin egemenliğini belgeleyen bir antlaşmadır. 1936 yılında imzalanan bu antlaşma Rusya ve ABD tarafından değiştirilmek istenmektedir... Sonuçta ABD, Gürcistan’a ’yardım’gerekçesiyle savaş gemilerini Boğaz’dan geçirdi. Olay tonajla izah edildi. Bu, durumu izah etmek için sunulan makul gerekçe. Ancak savaş gemilerinin geçişi için başvurunun Montrö Sözleşmesi’nin öngördüğü gibi 15 gün önceden yapılıp yapılmadığı askıda. ABD’nin savaş gemilerinin Boğazları geçerek Gürcistan’a gitmesi Rusya’ya karşı ABD’ye verilen destektir. Çünkü bu bölgede hâkimiyet alanını genişletmek için sınırları zorlayan, devrimler tertip eden ABD’dir. Rusya 26 Ağustos 2008’de Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıdı. Daha da önemli olan Rusya, ABD gemileri 21 gün içinde Boğazları terk etmezse Türkiye’yi sorumlu tutacağını ilan etti. Bu gelişme, en azından Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesini gündeme getirecektir.
Olayı tonajla açıklama ve ‘15 gün önce başvuru’noktasındaki boşluk bütün politikalarını ABD’ye endeksleyen iktidarla-ABD yetkilileri arasında ’perde arkası’izlenimi vermektedir. Umarım ABD yetkilileri memnun olmuşlardır! Çünkü uzun süredir siyaset yapanlarımız için önemli olan bu. Yorum bilimin en temel kurallarından birisi: Eylemleri metin gibi okumaktır. Derin bağlılık nedeniyle alınan kararların başımıza ne işler açacağını göreceğiz. Çünkü biz, gücünün farkında olma bilincini kaybetmiş aracı rolündeyiz. Egemen güçler zora girince aracıyı döverler! Umarım ki bu izlenimimiz doğru değildir!