Türkiye nereye koşuyor?
Biz yeni bir şey söylemeyecek, sözü ünlü tarihçi Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu’nun “Hürriyetin ilânı ve İkinci Abdülhamid Han” isimli eserinden alıntılara bırakıyoruz.
“- Hadiseler apaçık gösteriyor ki, Abdülhamit’in tahta çıktığı günlerde Türkiye’de sözü dinlenen devlet adamı yoktu. Türkiye’de muasır dünyayı tanıyan diplomatlar da devede kulak kabilindendi. Ordu başındaki komutanlar, üçü beşi müstesna, meslek ve vazifelerinin ehli değildiler!”
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve bugünleri şöyle bir gözden geçirin, sonra da şu sorunun cevabını gönül rahatlığıyla vermeye çalışın:
“- Bugünün Türkiye’si ile Tepedelenlioğlu’nun anlattığı Türkiye arasında bir fark var mı?”
Neyse, Tepedelenlioğlu’nu dinlemeye devam edelim:
“- İmparatorluğun birçok yerlerinde hükümet daireleri kiralık evlerde idi(..) Şiir, edebiyat, resim, sanat pek derme-çatma idi. Basın çocuk oyuncağı idi..”
Ve:
“- Birkaç berberle üç beş sıvacıyı hesaba katmayacak olursak; bütün küçük zanaat erbabı hep yabancılarındı. Böyle bir memlekette geniş bir meşrutiyet rejimi tatbikine kalkışana, doğrusu ya gülünürdü. Fakat hadiseler, maalesef güldürmüş ve bu rejimin tatbik edildiği memleketi ise sadece ağlatmıştı.”
Yine soralım:
“- O gün üç beş sıvacı hariç bütün küçük sanat erbabı nasıl yabancılardan oluşuyor idiyse bugünkü Türkiye’de de küçüğünden büyüğüne bütün üretim ve pazarlama unsurları bir bir yabancıların eline geçmiyor mu? Kendi ürettiğimiz peyniri bile sayıları Türkiye’deki cami sayısını geçen yabancı marketlerden almak zorunda bırakılmadık mı?.”
Tepedelenlioğlu devam ediyor:
“- Anadolu’da toprağın çoğu Ermeni, Rumlara tapulanmış, Yahudilere rehin edilmiş bulunuyordu. (..) Bunlar için Fener Patrikhanesi bir hükümdar sarayı, memleketteki Ortodoks kiliseleri birer vali konağı olmuştu!”
Ve yine soralım:
“- Bugün de Anadolu toprağı Türklerin elinden alınıp gayrimilli unsurlara devredilmiyor mu? Lozan’ı delerek çıkartılmak istenen Vakıflar Yasası neye hizmet edecek ve bugün de Fener Partirkahesi ’devlet içinde devlet’olma yolunda değil mi?” İkinci Abdülhamit’in o gün şu iki şıktan birini seçmeye mecbur olduğunu söyler Tepedelenlioğlu:
“- Kanuni Esasi’yi mi korumalı, devleti mi?”
Ve Abdülhamit’in ne yaptığını anlatır:
“- Ortada devlet denilebilecek bir varlık kalmamıştı ki.(..) Bunun için daha berbat tecrübeler geçirilmesine meydan verilmeksizin dizginleri eline aldı. Kanuni Esasi’yi yok etmedi, hayır, sadece yürürlükten kaldırdı. Bundaki incelik meydandadır. Hal diliyle şöyle dedi: ’Aslolan devlettir.’ İlk iş olarak borçlanma kapılarını kapadı. Buna rağmen dış borçları ödemek yolunu tuttu. Çok mahdut bir devlet geliriyle geçinmenin yollarını aradı. Parolası adeta şu oldu: ’Kendi yağımızla kavrulacağız!’”
Evet, ünlü tarihçimizin dönemle ilgili ve ibretle dolu satırlarına burada noktayı koyacağız. Hepimiz ve bütün dünya biliyor ki Abdülhamit Han çok başarılı bir ekonomi ve siyaset yürüttü fakat içimizdeki taklitçiler eliyle tahttan indirilerek Osmanlı’nın yıkılışının önü açıldı.
Bugüne gelecek olursak..
Bugünün Türkiye’sini yönetenler Abdülhamit Han hayranı ve Abdülhamit Han’ı tahttan eden kadrolara öfkeli, o kadrolara düşman olan kadrolardır.
Öyle söylemelerine rağmen onlar Abdulhamid Han’ın siyasetini değil, düşmanı oldukları ve hiç hazzetmedikleri Abdülhamid Han’ı tahttan indiren Batı kuklası ve taklitçi kadroların yürüttüğü siyaseti yürütmektedirler.
Öyleyse, “Türkiye nereye koşuyor?” sorusunun cevabı, “Abdülhamit’ten sonra, yani Yeni Osmanlı’larla Türkiye nereye koştuysa bugünün Türkiye’si de oraya, yani nihai varış yeri olan Sevr’e koşuyor!” değildir de nedir!
Bir soru da bizden:
“- Siz nasıl oluyor da hem ’Ulu Hakan Abdülhamit Han’diye gözyaşı döküyor, sonra da tutuyor, Abdülhamit Han ve devletine en büyük kötülüğü yapan kadroların yaptığını yapıyorsunuz! Yoksa siz, ne yaptığınızın farkında değil misiniz?”