Türkiye “en fakir” medya özgürü
Avrupa Komisyonu tarafından Brüksel’de gerçekleştiren “Speak Up! Batı Balkanlarda ve Türkiye’de İfade ve Medya Özgürlüğü Konferansı”nda basın özgürlüğü alanında Türkiye’nin, Avrupa’nın en geri ülkesi olduğu anlaşılmış bulunuyor.
Konferansa katılan Basın Konseyi Temsilcileri Dr. Hasan Sınar ve Oktay Hududi’nin açıklamaları, hem acı acı düşündürürken hem de ürküntü veriyor:
“Konferansın ağırlık merkezini, beklendiği üzere, son dönemde Türkiye’de yaşanan olumsuz gelişmeler oluşturdu. Başta Avrupa Parlamentosu Başkanı Jerry Brozek, Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Neelie Kroes ve Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri ’8atefan Füle olmak üzere konferansta söz alan tüm konuşmacılar, Türkiye’de siyasi iktidar tarafından ceza adaleti sisteminin, Avrupa’da ve dünya üzerindeki başka hiçbir uygar ülkede benzeri görülmemiş bir şekilde, muhalif gazetecileri sindirmek için bir araç olarak kullanılması şeklindeki ilkel uygulamanın derhal son bulması çağrısında bulundular.”
Konferansla ilgili yayınlanan bildiride, ne yazık ki, şu ifadelere de yer veriliyor;
“Konferansın diğer bir trajik yanı ise, ‘ileri demokrasi’ ülkesi olduğu ileri sürülen Türkiye’de basın özgürlüğü alanında yaşananların, konferansa katılan Balkan ülkeleri temsilcileri tarafından da hayretle karşılanmasıydı. Öyle ki, Sırbistan, Bosna Hersek ve Arnavutluk gibi ülkelerden katılan konuşmacılar, kendi ülkelerinde de basın özgürlüğü alanında bazı sıkıntılar yaşandığını ancak Türkiye’deki mevcut durumla kıyaslandığında, kendi ülkelerindeki durumun çok daha ileri olduğunu ifade ettiler.”
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) Medya Özgürlüğü Temsilcisi Dunja Mijatovic de bu durumu teyit eden konuşmasında, Türkiye’de çok sayıda gazetecinin haklarında hiçbir mahkumiyet hükmü olmamasına karşın çok uzun süredir ve ucu açık bir şekilde tutuklu bırakıldığı yegane Avrupa ülkesi olduğunu hatırlatarak, Türkiye’nin, ne yazık ki, basın özgürlüğü alanında açık arayla Avrupa’nın en geri ülkesi olduğunun altını çiziyor.
Aslında, bütün söylevleri, iddiaları ve ithamları, sık sık “basın özgürlüğünün varlığından” bahseden iktidara “ithaf” etmek gerekiyor.
Batı’nın bir çirkin yüzü daha!
Değerli arkadaşımız Sebahattin Önkibar’ın yine “cesur” bir şekilde kamuoyuna aktardığı ve bu satırların yazıldığı ana kadar “tekzip” edilemeyen şok iddianın, uluslararası başka bir versiyonunu da aktarmak gerekiyor.
Sözde, “insan hakları” ve “özgürlükleri” koruyan, kollayan Batı’nın gerçek yüzü Akdeniz’de bir kere daha ortaya çıkarken, “çifte standart” la ilgili çirkin trajedi sadece tartışılıyor.
İngiliz Guardian gazetesine göre, geçen Mart ayı içinde, isyancıları Libya kuvvetlerinden kurtarmak için Kaddafi’ye operasyon düzenleyen NATO, Akdeniz’de 72 mülteciye yardım etmediğinin anlaşılmasına rağmen, ne yazık ki, beklenen tepkiler gösterilmiyor.
Arızalanan göçmen teknesinin yardım çağrısına cevap vermeyen İtalyan sahil güvenlik birimleri ve NATO gemisi, 72 kişiyi ölüme terk etmesi Batı’nın çirkin yüzünü bir daha sergiliyor.
Gemiden kalkan iki uçak, alçak uçuş yaparak tekneyi kontrol edip geri dönmeleri şiddetle eleştiriliyor.
The Guardian, uçak gemisinin Fransızlar’a ait olduğunu yazıyor.
Gazeteye konuşan Ebu Kurke, yardımın ulaşmadığı gemidekilerin açlık ve susuzluktan ölmeye başladığını belirtirken,
“Her sabah uyandığımızda yeni cesetler ile karşılaşıyorduk. 24 saat bekletip denize atıyorduk” fadelerini kullanıyor.
Etiyopyalı Kurke, iki diş macununu yiyerek ve idrarını içerek hayatta kaldığını belirtiyor.
Bu yaşanan skandala karşın kaçak mülteciler, bir şekilde Avrupa’ya ulaşma çabasını tekrarlayacaklarını da sözlerine ekliyordu.
Kuzey Afrika’da yaşanan halk hareketleri nedeniyle deniz yoluyla Avrupa’ya kaçmaya çalışanların sayısında büyük bir artış görünürken, yaşanan trajediler, harekete geçmesine rağmen Birleşmiş Milletler’i güç durumda bırakıyor.
Nereden bakılırsa bakılsın, İtalya, NATO kısacası Batı, bir insanlık trajedisinde “suçüstü” yakalanmış bulunuyor.
Türkiye’de petrol var mı?
Dikkat edilirse, enerji uzun yıllardan beri dünyanın en stratejik ve değerli konumunu muhafaza ediyor. Özellikle, petrol global ekonominin yanı sıra politikayı da etkiliyor.
Şimdilik “mütevazi” rakamlar olsa bile, Türkiye’deki gelişme “umut” müjdeliyor.
Ülkemizde geçen yıl açılan 205 kuyunun yarıya yakınında, petrol ve gaz bulunduğu belirtiliyor. Edinilen bilgiye göre, açılan toplam 205 kuyunun 57’sinde petrol, 44’ünde gaz, birinde ise hem petrol, hem gaz bulunurken ve 74 kuyu kuru kuyu olarak tamamlanırken, 29 kuyudaki çalışmalar ise bu yıl devam ediyor.
Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün Faaliyet Raporu’ndan derlenen bilgilere göre, 2010 yılında Türkiye’deki petrol hakkı sahibi şirketler tarafından 93 arama, 51 tespit, 61 üretim kuyusu sondajı olmak üzere, toplam 205 sondaj gerçekleştirilirken, bu kuyularda 323 bin 55 metre sondaj yapılmış bulunuyor.
2010’da 128 petrol sahasından 17 milyon 316 bin varil (2.497.022 ton) ham petrol üretimi, 65 doğal gaz sahasından ise 725 milyon 984.6 bin metreküp doğal gaz üretimi gerçekleştirildiği belirtiliyor.
Türkiye’de geçen yıl 25 yerli, 22 yabancı olmak üzere toplam 47 şirketin arama ve üretim faaliyetinde bulunduğu biliniyor.
Bu arada, 2013 sonuna kadar arama-üretim yatırımlarının her yıl yüzde 10, ham petrol üretiminin yüzde 1, doğal gaz üretiminin yüzde 5 artırılması için uygun koşulların sağlanması hedefleniyor.
2012 yılı sonuna kadar sektör temsilcilerinin katılımıyla kamuya herhangi bir yük getirmeden güçlü bir stok teşkilatı oluşturulması da öngörülüyor.
Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’nün Faaliyet Raporu’ndan da açıkça anlaşıldığı gibi, kim ne derse desin, Türkiye’de özellikle güney doğu topraklarımızda petrol yatakları bulunuyor.
Kim bilir, belki de Batı bu yüzden bu topraklarımızda
“kargaşalar” çıkarmak gayretkeşliğini gittikçe arttırıyor.
Bakan endişelerini saklıyor
Japonya’daki faciadan sonra, nükleer enerjiye karşı büyük tepkiler gösterilirken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, 106’ncı Babıali toplantısında, nükleer santrali savunmaktan kendini alamıyordu.
Enerji Bakanı, Rusya’dan Akkuyu nükleer santralin işletme döneminden sonra yüzde 20 hissesini hiç para koymadan aldıklarını da sözlerine ekliyordu. 1,4 milyar insanın elektrikle tanışmadığı bir dünyada yaşadıklarını belirten Yıldız, BM raporuna göre son 40 yılda çok yoksul ülkelerin ve çok yoksulların sayısının ikiye katlandığını vurgularken nedense Türkiye’de hâlâ tezeğin kullanıldığını unutuyor.
Enerjinin, uluslararası ilişkiler için bir güç aracı olarak kullanılmaya başlandığına da değinen Yıldız, büyüme ve değişimle beraber piyasalarda liberalleşme ve serbestleşmeye doğru gidişin başladığını anlatırken, mümkün olduğu kadar ölçülü bir dil kullanarak, adeta Türkiye’nin içine düştüğü “enerji kıskacı” nın tehlikeli boyutlarını saklamaya çalıştığı gözlerden kaçmıyor.
Bu arada, Türkiye’de yeni yeni yapılan petrol ve gaz sondajlarından bahsederken, “Petrol çıktı haberlerini yasaklamış bulunuyorum. Çünkü yanlış anlamlar yükleniyor” diyen Enerji Bakanı, böylelikle özellikle Güneydoğu’daki gelişmeleri açığa vurmak istemiyor.
Hukukun üstünlüğü
Kim ne düşünürse düşünsün, hukukun üstünlüğünü asla tartışmamak ve ondan uzaklaşmamak icap ediyor. Üst üste yaşanan, birbirinden ilginç olaylar, şok gelişmeler, ister istemez Türkiye’nin bir “hukuk” devleti olup olmadığı tartışmalarını gündeme getiriyor. Her şeyden önce, hukuki karar ve tasarrufların “değiştirilmesi” veya “uygulanmaması” için yapılan her türlü girişimin aykırılığını akıl ve izandan çıkarmamak gerekiyor.
Eğer bir ülkede, hukukun üstünlüğü geçerliliğini yitirmişse, o ülkede “hukuk” tan bahsedilmemesi icap ediyor. Ne yazık ki, Türkiye’de arka arkaya yaşanan olaylar, hukuka “çifte standart” ların egemen olduğu görüşünü gün geçtikçe güçlendiriyor. Yani, “çifte standart”, zirvede başlayıp baskı gruplarına kadar yayılıyor. Her çevre, fikri veya istemi için, gücü ve konumu paralelinde adeta ” şahin “leşiyor.
Tabii bu arada, hukukun üstünlüğü ayaklar altına alınıyor. Bütün ayrıntıları, daha doğrusu “aykırılıkları” bilindiğinden, her olayın üstünde durulmadan, Türkiye’de “çifte standart”ın hukuka da egemen olma yolunda etkinliği hissediliyor. Son bir yılı kapsayan olaylarda bile, Türkiye’nin düştüğü durum, hukuk devleti olup olmadığını tartışmaya yetiyor. Oysa bir devletin bekasında ve hükümranlığında hukukun üstünlüğü baş sıralarda yer alıyor. Türkiye’nin böyle bir duruma düşmesi veya düşürülmesi, devlet geleneğimize ve normlara hiç de yakışmıyor.