Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletiyse eğer...

Eğer Türkiye Cumhuriyeti bağımsız hukuk devletiyse İdris Naim Şahin’in söyledikleri yok sayılamaz, göz ardı edilemez, derhal soruşturma başlatılır... Dünyanın hiçbir ülkesi, muz cumhuriyetleri de dâhil, bu açıklamalara kayıtsız kalamaz, kalmaz, kalırsa devlet niteliği zedelenir...
O ağır iddialar içeren tespitleri başlıklar hâlinde sıralayalım önce:
1. Terör örgütü PKK’ya “Beğenmediğiniz vali, savcı, emniyet müdürü varsa bildirin, değiştirelim” sözü verildi.
2. Sadece PKK’yla değil, DHKP-C ve MLKP dahil terör örgütleriyle mücadele eden ‘T.C. görevlileri’nin yargılanması pazarlığı yapıldı.
3. KCK içinde yüzlerce MİT elemanı var. Serap Eser’in yanarak öldüğü Molotoflu otobüs kundaklamasını onlar yaptı.
4. Millî irade terör örgütünün başıyla paylaşılmıştır. Beni görevden aldıranın Apo olduğu anlaşılmıştır.
5. Hükûmet millî çıkarları düşünen bir Bakan’ı iş başında tutacak bir gücü yoktur, iradesizdir, uzaktan kumandayla başka güçler tarafından yönetilmektedir.
6. Üç bin iki yüz vatansever ve yetişmiş polis müdürünün emekli edilecek olması Oslo görüşmelerindeki mutabakatın sonucudur.
7. Müzakere süreci, toplumu bölünmeye hazırlama sürecidir. 2009 Habur ve son Habur-Suruç hattında yaşanan sevkiyat arasındaki toplumsal reaksiyon farkına bakıldığında bu alıştırmada başarılı oldukları gerçektir.
Bu sözlerin sahibinin bırakın eski İçişleri Bakanı olmasını, sıradan bir vatandaş olsa bile, söylenenler dava konusudur... Şimdiye kadar bu sözlerin çoktan ilgili savcılarca ihbar kabul edilmesi, hem İdris Naim Şahin hakkında, hem de yayımlandığı gazete hakkında soruşturma başlatması gerekirdi...
Söylenenler iddia düzeyinin ötesinde doğrudan suçlama... Zaten bunlar doğru değilse, o zaman ‘iftira’ söz konusudur ve ilgili kurumların harekete geçmesi gerekir... Bütün bunları aydınlatacak olan ‘hukukî süreç’tir...
Şahin, bu ülkede İçişleri Bakanlığı yaptı... Açılımın selâmeti için kellesi istenen bir Bakan’dı... Kellesinin alındığı gün, terör örgütünün sivil uzantılarınca ‘bu ülkenin başına gelmiş en büyük lânet’ gibi kavramlarla tanımlanmış birisiydi...
Sözlerindeki ana fikir, ’PKK, devlete ortak olmuştur, hükûmet iradesiz postacı konumundadır, bölünme takvime bağlanmıştır sadece halkın buna hazırlanması aşaması yaşanmaktadır’ şeklinde...
Çok değil, üç yıl önce, şehirlerde hendeklerin kazılmadığı bir ülkede, bu kişi Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanlığı koltuğunda oturuyordu... Söylediklerinde abartı, yanlış, kızgınlık, öfke, subjektiflik olabilir mi? Diyelim ki olabilir... O zaman yapılması gereken, kendisi hakkında Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten hükûmete, adı geçen devlet kurumlarına hakaret ve iftira davası açmaktır... O kurumları temsil edenler sessiz kalırsa ilgili savcıların derhal harekete geçmesi gerekir...
Peki şimdi ne bekleniyor? Sessiz kalınması ‘ikrar’ anlamına gelmeyecek mi? Bu ülkede yaşayanlar ve onun hukuk devleti olduğuna inanmak isteyenler, devleti yönetenlerin terör örgütünün dayatmalarıyla kendi bürokratlarını tasfiye ettiklerini, bölünmeye kapı araladıklarını, egemenliği ortak tayin ettiklerini dinledikçe neler hissedecekler?
Farz edelim ki üç yıl önce İçişleri Bakanlığı yapan birisinin bütün bu söyledikleri yalan... Peki bu yalan neden yalanlanmaz ve dava konusu yapılmaz? Güneydoğu’da polis aracından dışarıya torpil atıldığı iddiasıyla Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan kürsüleri inletirken, aynı Erdoğan, Serap’ı yakan Molotofu, KCK içindeki MİT’çilerin attığını söyleyene neden aldırış etmez?
Dünyadaki hiçbir devlet işin göbeğinden gelen birisinin bu suçlamaları karşısında sessiz kalmaz... Kalırsa eğer, bunun tek anlamı ’teyit’tir... Düşünelim bir kere, vali, emniyet müdürü ve savcı eğer hâlâ yerindeyse ’onaylı’dır!..Bu hem o kamu görevlileri açısından hem de vatandaşlar açısından kabul edilebilir bir suçlama mı? Ya bu rezalet doğrudur ya da bu iddiayla ilgili soruşturma başlatılır... İkisinin arası olmaz...
Bakalım kimin dâvâ açacak cesareti var?

Yazarın Diğer Yazıları