Türkçecilik
1911 yılında, "Genç Kalemler" dergisinde Ömer Seyfettin ile Ziya Gökalp'ın başlattığı "Yeni Lisan/Dilde Türkçülük" hareketinin esası, yazı dilini, İstanbul halkının konuştuğu dile yaklaştırmaktı. Yeni Lisancılar, yazarlara ve şairlere, İstanbul'da canlı olarak yaşayan Türkçeyi örnek göstermişlerdi. Yapma değil canlı bir örnek. Hareketin 10 yıl gibi kısa bir zamanda başarıya ulaşmasının asıl sebebi budur. Elbette başarıda, dönemin siyasi ve sosyal şartlarının da payı var. Edebiyatta ve basın dilinde başarıya ulaşılmıştı ama resmî yazıların, kanunların dilinde ve bilim terimlerinde aynı başarı gösterilememişti.
Atatürk 1932 yılında Türk Dil Kurumu'nu kurdurdu ve özleştirme hareketini başlattı. Amaç, günlük konuşma dili de dâhil olmak üzere yabancı kökenli bütün kelimelerin atılması ve yerlerine öz Türkçelerinin konulması idi. Çeşitli kaynaklardan derlenip taranarak, ama daha çok türetilmek suretiyle öz Türkçe olduğu kabul edilen yeni kelimeler bulundu. Bazı yazarlar yazılarını bu kelimelerle yazdılar. Birkaç kitapta bu kelimeler kullanıldı. Atatürk de bazı demeçlerini bu kelimelerle verdi.
Bu hareket başarısız oldu. Çünkü bu defa yaşayan canlı bir örnek gösterilmemiş; yazar ve şairlerin, bilmedikleri, yeni öğrenmeye çalıştıkları birçok kelimeyi kullanarak yazmaları istenmişti.
Atatürk durumun farkına vardı. Güneş Dil Teorisi'ni çıkararak bundan vazgeçti. 1935 yılının güz aylarında bizzat kaleme alıp Ulus gazetesinde yayımladığı etimoloji yazılarında rab, sabah, hakikat, mühim gibi kelimelerin, Güneş Dil Teorisi'ne göre Türkçeden geldiğini ispat etmeye çalıştı.
Ancak Atatürk terimlerin Türkçeleştirilmesi işinden hiç vazgeçmedi. Bilindiği üzere birçok geometri terimini bizzat türetti.
Atatürk'ten sonra "Öz Türkçe Arı Türkçe" hareketine tekrar dönüldü. Günlük dilimize, köylerimize, kasabalarımıza kadar girmiş, atasözlerimizde ve deyimlerimizde de kendi malımız gibi kullanılan, halk şairlerimizin şiirlerinde ve masallarımızda da yer alan kelimeler yerine öz Türkçe olduğu ileri sürülen kelimelerin kullanılması istendi. Üstelik bu iş, okullardaki arı dil kollarıyla ve devlete ait Türkiye Radyolarıyla zorlanarak yapıldı. Öz Türkçe diye ileri sürüler kelimelerin birçoğu dil kurallarına aykırı türetilmişti.
"Öz Türkçe/Arı Türkçe" terimleri, bu hareketin millî bir hareket olduğunu düşündürebilir. Özellikle o günleri yaşamamış genç nesiller böyle zannedebilirler. Ancak millîlik, kelimelerin kökenleriyle değil, millî bağı mümkün olduğu kadar çok sağlamasıyla ölçülmelidir. Yeni kelimelerin çoğu (çoğu kelimesine dikkat!), yaşayan nesilde ve bir önceki nesilde yoktu; kasaba ve köylerimizde yaşayan halkta yoktu; Azerbaycan'da, Özbekistan'da, Tataristan'da yoktu. Buna karşılık atılmak istenen kelimeler hemen hepsinde vardı. Yani yaşayan ve daha önce yaşamış olan nesillerle, Anadolu'da ve Balkanlarda yaşayan insanlarımızla, Türk dünyasında yaşayan soydaşlarımızla bağlar kopuyordu.
Bu millî görünümlü, fakat millî olmayan, aynı zamanda ilmî de olmayan harekete karşı elbette milliyetçi aydınlar ve özellikle Türk diliyle uğraşan bazı bilim adamları mücadele bayrağını açtılar. Tercüman gazetesinde 19 Aralık 1979 tarihinde başlayan "Yaşayan Türkçe" hareketi bu mücadelenin doruk noktasını teşkil eder.
Yaşayan Türkçeciler, Osmanlı dönemi yazı diline dönelim, demediler. Akıl, zevk, mümkün, sebep, millet, hukuk, ilim gibi kelimeler kökeni Türkçe olan kelimeler kadar bizimdir; bunlar halk şiirimizde vardır, atasözlerimizde vardır, dediler. Bunlara karşı türetilen kelimelerin birçoğunun da dil kurallarına aykırı olduğunu yazdılar.
Elbette bazı yanlışlar da yaptılar. Elbette aralarında birkaç Osmanlıcacı da vardı. Ancak işin esasında haklı idiler. 12 Eylül'den sonra "Arı Türkçe" hareketi durdu. Mücadele de büyük ölçüde bitti. Fakat Türkçe meselesi bitmedi. Bu konuda birkaç yazı daha yazmam gerekecek.