Türk olmak
Hürriyet gazetesi 29 Kasım Pazar günü “Türk’üm, doğruyum, iyi ama ben kimim” başlıklı bir soruşturma yayımladı. Soruşturmayı hazırlayan Ezgi Başaran, kendi ifadesine göre “Yerli-yabancı akademisyenlere, tarihçilere, antropologlara, yazılarında, oyunlarında, reklamlarında Türk insanını çok net çözdüğüne inandığı kişilere ‘Türk olmak size göre nedir?’ diye” sormuş ve gazetenin Pazar ekinde cevapları yayımlamış.
En az 1277 yıldan beri biz kendimize Türk diyoruz; başkaları bize Türk diyor ve biz hâlâ adımızı tartışıyoruz.
1277 yıl önce dikilen Köl Tigin anıtında Bilge Kağan, yukarıda mavi göğün, aşağıda kara yerin, ikisi arasında da insan oğlunun yaratıldığını, insan oğlu üzerine de ataları Bumın ve İstemi kağanların hükümdar olduğunu söyledikten sonra “olurupan Türk bodunın ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş - (Tahta) oturup Türk milletinin/halkının ülkesini/devletini muhafaza etmiş; töresini/kanunlarını düzenlemiş” (Köl Tigin anıtı, Doğu yüzü, 1-3. satırlar) diyor. Yani Bumın ve İstemi’nin tahta oturduğu 552 yılında (1457 yıl önce) adı Türk olan bir “bodun”un (milletin/halkın) mevcut olduğunu söylüyor. Bu anıt ve bu satırlar yok olmamıştır; bugün de Moğolistan’da duruyor. Dünyanın ondan fazla diline çevrilmiş ve bu çeviriler binlerce, on binlerce nüsha olarak yayımlanmıştır. Konuyla ilgili yerli yabancı bütün uzmanlar bundan haberdar; ama biz hâlâ “Türk nedir?” diye soruyoruz. 1277 yıl önce biz kendimize Türk demişiz de yabancı farklı bir şey mi söylemiş? O zamanki komşularımız Çinliler, yazdıkları resmî tarih ve raporlarda ta 6. yüzyılda bize Tu-kyu demişlerdir. Çincede r sesi olmadığı ve n ile bitenler hariç kapalı hece bulunmadığı için Türk kelimesini ancak Tu-kyu diye telaffuz edebilmişlerdir. Yani Türk demeye dilleri bu kadar dönmüştür. Şimdi bazılarının dilleri Çinliler kadar bile dönmüyor.
Gelelim 10. yüzyıla. Bu yüzyılda Uygur Türkleri Maytrısimit adlı bir Budist eseri Türkçeye çevirmişler. Eserin dört yerinde “Türk diline çevrilmiş” anlamında “Türk tilinçe evirmiş/aktarmış” ifadeleri geçiyor (Şinasi Tekin, Maytrısimit, Ankara 1976). Demek ki 900’lü yıllarda da dilimizin adı Türk tili/dili. Tabii bu dili konuşanların adı da Türk.
11. yüzyılda, 1070’li yıllardayız. Kaşgarlı Mahmud konuşuyor: “Türkler aslında yirmi boydur... Bizans -Rum- ülkesine en yakın olan boy Beçenek’tir; sonra Kıpçak, Oguz, Yemek, Başgırt, Basmıl, Kay, Yabaku, Tatar, Kırgız gelir. Kırgızlar Çin ülkesine yakındırlar. Bu boyların hepsi Rum ülkesi yanından doğuya doğru şöylece uzanır, gider: Çigil, Toxsı, Yağma, Uğrak, Çaruk, Çomul, Uygur, Tangut.” (DLT Tercümesi I, Ankara 1998, s. 28).
13. - 15. yüzyıllar arası, Mısır. Ülkeyi, tarihlerde Memlük adı verilen Kıpçak Türkleri yönetiyor. O tarihlerde Araplara Türkçe öğretmek için birçok sözlük ve gramer yazılmış. İşte onlardan birkaçının adı: Tercemân-ı Türkî ve Arabî, Kitâbü’l-İdrâk li- Lisâni’l-Etrâk (Türklerin Dilini Anlama Kitabı), El-Kavânînü’l-Külliyye li-Zabti’l-Lugati’t-Türkiyye (Türk Dilinin Genel Kanunları). Aynı dönemde Mısır’da Münyetü’l-Guzât adlı atçılık ve okçulukla ilgili bir kitap Timur Beğ adlı bir emîrin buyruğuyla Arapçadan Türkçeye çevriliyor. Çeviren şöyle diyor: “Timur Bey... şöyle işaret etti ki, bizim katımızda Arapça bir silah kitabı vardır. Onu Türk diline çevirsen de bu gazi Türkler ondan faydalansalar.” Demek ki o zaman da “Türkler” denilen bir millet varmış. Bu yazma eser şu anda Topkapı Sarayı’nın 3. Ahmed Bölümü’nde 3468 numarada duruyor. Mustafa Uğurlu ve Kurtuluş Öztopçu da bu eseri ilmî olarak yayımlamışlar.
Anadolu’ya gelelim; Anadolu’nun ortasına, Kırşehir’e. 1330 yılında Garibnâme adlı büyük eserinde Âşık Paşa şöyle diyor: Türk diline kimsene bakmazıdı / Türklere
hergiz (asla) gönül akmazıdı. Demek ki neymiş? 1330’da Anadolu’da da bizim
adımız Türk imiş.
Ya 16. asırda Fuzulî kendini ne kabul ediyor. Divanının mukaddimesini okuyalım: “Egerçi Arabda ve Acemde ve Türkde yegâne kâmiller çokdur, ammâ sen gibi cemî lisâna kadir câmi-i fünûn-ı nazm ü nesr yokdur. (Arapların, Acemlerin, Türklerin içinde kâmil insanlar çok ise de senin gibi bütün dillere kadir olan, nazım ve nesir fenlerini kendinde toplamış kimse yoktur.)” (Külliyât-ı Dîvân-ı Fuzûlî, 1291, s. 5).
1876 Anayasasının 18. maddesi: “Tebaa-yı Osmâniyyenin, hizmet-i devletde istihdâm olunmak için devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.” Ve 1906’da Azerbaycan’da Ekinci gazetesinin sahibi Hasan Bey Zerdâbi’den bir cümlecik: “Biz Rusya dövletine tâbi olan Müselmanların hamısı (hepsi) Türkdürler.”
Ne dersiniz; Türkler Cumhuriyet devrinde sun’i olarak inşa edilmiş bir ulus muymuş?