Türk milliyetçiliği ve estetik
Geçmişteki tecrübelerin üzerine kurulmamış olan hiçbir faaliyet ve hiçbir düşünce yoktur. Tamamen özgün (orijinal) olmaya çalışan düşünce ve davranışlar dahi bir yönleriyle mutlaka geçmişe dayanırlar; en azından geçmişteki davranış ve akımlara bir tepki olarak doğarlar.
Milliyetçilik akımı ise sadece bu zaruretten dolayı geçmişe bağlı değildir. Geçmiş (tarih), milliyetçiliğin en önemli unsurlarından biridir. Dolayısıyla kendisini “milliyetçi” olarak niteleyen bir insanın tarihi ve özellikle milliyetçiliğin tarihini çok iyi bilmesi gerekir.
Türk milliyetçiliğinin kısa adı Türkçülüktür. Türkçülüğü ilk defa bir
program hâlinde sistemleştiren isim Ziya Gökalp’tır. Onun Türkçülüğün Esasları kitabı okunmadan milliyetçilik iddiasında bulunulamaz.
Türkçülüğün Esasları iki kısma ayrılır:
1. Türkçülüğün mahiyeti,
2. Türkçülüğün programı. İkinci kısımda, sekiz alanda Türkçülüğün nasıl olacağı anlatılır:
1. Dilde Türkçülük,
2. Estetik Türkçülük,
3. Ahlâkî Türkçülük,
4. Hukukî Türkçülük,
5. Dinî Türkçülük,
6. İktisadî Türkçülük,
7. Siyasî Türkçülük,
8. Felsefî Türkçülük.
Türk milliyetçiliğinin bu temel kitabında görüldüğü gibi estetik, Türkçülük programının ikinci önemli alanıdır. Türkçe Sözlük’te estetik “sanatsal yaratının genel yasalarıyla sanatta ve hayatta güzelliğin kuramsal bilimi” olarak tarif edilmiştir. Eski dilde “bedîiyyat” denilen estetik için kısaca “san’at ve güzelliğin esaslarını, yöntemlerini, etkilerini araştıran bilim” diyebiliriz.
Ziya Gökalp edebiyatta, musikide ve diğer sanatlarda millî zevkin ne olduğunu ve bunun nasıl geliştirileceğini ele alır. Ona göre önce “halka doğru” gidilerek bütün millî san’atlarımız tespit edilecek, sonra da “Batı’ya doğru” gidilerek san’at eserlerimiz işlenecektir.
Meşrutiyet yıllarında ortaya çıkan “millî edebiyat” akımı, Gökalp ve arkadaşlarının düşünce ve çabalarıyla önemli eserler verir. Aynı millî edebiyat heyecanı Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam eder ve başarılı eserler ortaya koyar. Diğer sanatlar için aynı başarının gösterildiğini söyleyemeyiz.
Edebiyatta millîlik Cumhuriyet’in ilk yıllarında bütün kesimleri kucaklarken sonraki yıllarda sadece milliyetçiler tarafından yürütülmüştür. 1940 sonrası Türkçülüğünün önder ismi Nihâl Atsız’ın aynı zamanda bir san’atçı olması tesadüf değildir.
1960’tan sonra siyasî parti olarak da teşkilatlanan Türk milliyetçiği, san’at ve estetiği de ihmal etmemeye çalışıyordu. Emine Işınsu’nun romanları okunuyor; Töre ve Divan gibi dergiler edebiyat, tiyatro, sinema yazıları da yayımlıyordu. Yetersiz olmakla beraber 1960’lı, 70’li yıllarda san’ata karşı bir ilgi vardı.
Bugün Türk milliyetçilerinin san’at ve estetikten tamamen kopuk bir hayat yaşadıklarını gözlemekteyiz. Aslında hayatın hiçbir alanı san’attan ve estetikten yoksun olamaz. Fakat milliyetçiler sanki özel olarak san’ata ve güzellik duygusuna uzak duruyorlar. Yunus Emre ile, Fuzuli ve Karacaoğlan’la övünüyorlar; Selimiye ile, Süleymaniye ile övünüyorlar; Itrî ile Dede Efendi ile övünüyorlar (?); fakat san’at için kendi nesillerinin ne yaptığını, ne yapabileceğini hiç düşünmüyorlar.
Düşünmüyorlar; sonra da televizyonlarda hep devrimcilerin mücadelesi anlatılıyor diye şikâyet ediyorlar; dizilerde ülkücüler hep kötü gösteriliyor diye yakınıyorlar.
San’attan ve estetikten uzak durdukça şikâyete devam edeceksiniz. Ülkenin kültür hayatında da, basın yayın hayatında da esaminiz okunmayacak. Başkasına kızmaya hakkınız yok. Kendi san’atınızı, kendi medyanızı, kendi sinemanızı kendiniz yaratacaksınız. Hiç olmazsa bu yolda çalışanlara destek olacaksınız. Aksi takdirde içinizden çıkacak yetenekli gençleri de bir süre sonra -daha önce örnekleri görüldüğü gibi- başka saflarda göreceksiniz.
Bütün okuyuculara iyi bayramlar dilerim. San’at dolu, güzellik dolu nice bayramlara!