Tüm darbeler kendi olağanüstü şartlarını oluştururlar ve kendilerini meşrulaştıracak özel hukuklarıyla kurarlar mahkemelerini ve o özel hukukla yargılamalar yaparlar.
Tüm despotlar da aynı şekilde güçlerini ve meşruiyetlerini kendilerinin oluşturdukları bir özel hukukla sağlarlar.
Orta Çağ Avrupa’sında Engizisyon ne ise, modern Avrupa’daki Nürnberg Duruşmaları odur. Orta Çağ Avrupa’sındaki Engizisyon ne ise, Afrika’dan getirdikleri köleleri kafesler içinde halka teşhir eden Amerika’nın Rosenbergler Davası odur. Orta Çağ Avrupa’sındaki Engizisyon ne ise, Dreyfus Davası odur. Orta Çağ Avrupa’sındaki Engizisyon ne ise, 12 Mart Yargılamaları ve Yassıada Duruşmaları da odur. Orta Çağ Avrupa’sındaki Engizisyon ne ise son yıllarda yaşadığımız Ergenekon ve Balyoz Davaları ve Silivri Duruşmaları odur.
Gücün otoriterleşmesinin sonucunda uygulanan özel hukuk ve özel mahkemelerin tek misyonu, hukuk ve adaleti yok saymaktır.
Her türlü savaşın Tanrı’ya karşı gelmek olduğuna inanan Hristiyan Katharların yaşadığı Güney Fransa’nın Beziers şehrindeki bütün Katharlar kılıçtan geçirilmeden önce, şövalyeler kimin Tanrı’nın tarafında kimin karşısında olduğunu nasıl ayırt edeceklerini Papalığa sorduklarında, Papa’nın delegesi Başrahip Arnaud Amaury’nin bulduğu çözüm aslında Engizisyon’un ve tarihteki hemen tüm darbe dönemi yargılamalarının hukuk mantığını açıklar mahiyetteydi.
“Siz hepsini öldürün. Tanrı kendisinden olanları ayırt etmesini bilecektir…”
12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askerî darbe de kendi özel hukukunu oluşturmuştu. Sıkıyönetim Mahkemeleri donatıldıkları özel yetkilerle yapacaktı yargılamalarını. Siviller askerî cezaevlerinde tutuluyorlardı. Askerî idarenin yönetiminde aynı özel yetkilerle donatılmış askerî personelin baskı ve işkenceleriyle uzun yıllar sürecek olan yargılama safahatını geçireceklerdi.
1980 Mart ayında CIA yöneticisi Ruzi Nazar’ın bir aracı vasıtasıyla Alparslan Türkeş’e gönderdiği bilgiye göre, darbe emir-komuta zinciri içinde yapılacaktı ve Türkiye’ye yeni bir sistem getirilecekti. Asıl hedefleri Alparslan Türkeş’ti. (Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı/Dava’nın Davası, s.56)
Darbenin ve arkasındaki güçlerin asıl hedeflerinin Alparslan Türkeş olduğu daha darbenin ilk saatlerinde yani 03.00 te TRT, PTT, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Polis Telsiz İstasyonu, Polis Radyosu gibi darbenin öncelikle kontrol altına alması gereken yerlerle birlikte Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezi’nin de basılmasıyla anlaşılmıştı. Saatler 03.00’ü gösterdiğinde özel tim MHP Genel Merkezi’nin kapısındaydı. MHP Genel Merkezi önüne gelen tanklardan birisinin anteninin tellere değmesi sonucu Bahçelievler semtinde elektrikler kesilmişti. (Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı/Dava’nın Davası, s.62)
Genel Merkez binasındaki aramalar karanlıkta yapılıyordu.
Bu karanlık sadece elektriklerin kesikliğinden kaynaklanan bir karanlık değildi şüphesiz. Bu karanlık, şartların olgunlaşmasını binlerce insanımızın ölümünü seyrederek bekleyen 12 Eylül Darbesi’nin karanlığıydı. Bu karanlığın içinde sahte deliller saklanacaktı. İnsanlık dışı işkenceler saklanacaktı. İşkencede ölenler saklanacaktı. İşkenceyle imzalatılmış ifadeler saklanacaktı. En ağır işkenceler görmüş sanıklara bile “İşkence yoktur,” diye rapor veren Nazi doktoru Mengele’nin Türkiye şubeleri saklanacaktı. “Asmasaydık da beslese miydik,” diyen Nazi kafası saklanacaktı. Sekiz gün boyunca her türlü işkenceyle öldürülen, koğuşu boşaltılarak koğuşa atılan, arkadaşlarına da “Kendini astı,” dedikleri Bekir Bağ’ın cansız vücudu saklanacaktı. Tedavisine izin verilmeyen ve hastaneye sevk edildikten kısa bir süre sonra hayatını kaybeden İsmail Şimşek saklanacaktı.
Bir 12 Eylül hülasası olarak, o karanlığın içinde hukukun ve adaletin katli saklanacaktı.
Öyle bir davaydı ki bu, mahkemelerin ilk günü anayasal düzeni bozmakla suçlanan tüm sanıklar, liderleri Alparslan Türkeş salona girdiğinde aynı anda ayağa kalkarak adeta cezbelenmiş bir halde, hançerelerini yırtarcasına, anayasal düzenini bozmakla itham edildikleri ve uğruna hayatlarını vermekte bir an bile tereddüt etmeyecekleri vatanlarının İstiklâl Marşı’nı söylemeye başlamışlardı. Yabancı basın, “Tarihin en ilginç davalarından birisi Ankara’da başladı, anayasal düzeni bozmakla suçlanan ülkücüler duruşmalara millî marşlarını söyleyerek başladılar,” manşetlerini atıyorlardı. Tarihin en alçak işkence gerekçelerinden birini veriyordu ülkücüler Mamak’taki işkencecilerin eline; bu gerekçenin adı:
“İstiklâl Marşı söylemekti.”
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın ilk duruşmasında bulunan Alparslan Türkeş başta olmak üzere Milliyetçi Hareket Partisi yetkilileri ve tüm ülkücü sanıklar, duruşmada hazır bulunan avukatlar ve izleyiciler hukuk tarihinin belki de en ironik duruşmasına şahitlik etmişlerdi. Tüm sanıklar için hayatlarının en gururlu günleriydi. 12 Eylül Darbesi’nin ülkücülere yüklediği suçlamalara asil bir reddiyeydi o İstiklâl Marşı...
Raşit Demirtaş ve Mahir Durakoğlu imzasıyla Ötüken Neşriyat’tan çıkan “Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı/Dava’nın Davası” isimli kitap Türkiye’nin 12 Eylül darbesine geliş sürecini ve darbeyi, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası iddianamesinin nasıl bir hukuksuzluk üzerine bina edildiğini, hukuk açısından kutsal olanın iddia değil savuma olmasına rağmen savunma haklarının nasıl gasp edildiğini, nasıl yok sayıldığını, savunmanın şahitlerinin ve sunduğu delillerin nasıl yok sayıldığını Şerafettin Yılmaz’ın kısa ama derinlikli sunuş yazısından itibaren satır satır, her bir satırı hukuk tarihine ibret sayfaları olarak geçecek netlikte okuyoruz.
Şerafettin Yılmaz, kitaba yazdığı sunuş yazısının başına aldığı epigrafta, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası duruşmasına Paris’ten gözlemci olarak gelen avukatlar heyeti adına konuşan Av. Mario Stassi’in şu anlamlı sözlerini koymuş:
"Nürnberg'de kurulan mahkemenin gördüğü davadan bu yana, Dünya'da bundan büyük bir dava görülmemiştir, Bu davada 220 insanın idamının istenmesinden daha önemli bir hukuki gelişmeyi o tarihten bu yana hiçbir ülke yaşamadı. Bu yüzden biz, MHP Davası'nın büyük, önemli ve dikkate değer olduğuna hükmettik ve geldik.”
Mahkemelerin Nürnberg mahkemelerinden farksız oluşuna dair önemli argümanları sıralamış aynı zamanda Şerafettin Yılmaz. Duruşmaları yöneten hâkim Vural Özenirler’in mahkemeyi yönetemeyeceğine dair Alparslan Türkeş’in, “Değil Türk mahkemelerinde, Nazi dönemindeki Almanya’nın Rich mahkemelerinde bile hâkimlik yapamaz,” diyerek Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e yazdığı tarihî mektubu ve Alparslan Türkeş’in Mahkeme hâkimliğinden çekilmesi talebinden ve avukatların da bu çekilme talebini ısrarla gündeme getirmesinden sora 15.10.1981 tarihli celsede Vural Özenirler’in, “Yargılamanın bugünkü aşamasına kadar meydana gelen durumlar içerisinde yukarıda arz ettiğim nedenlerle sağlıklı bir karara varmada ve davayı görmede kuşkuya kapıldığımdan ve bunun adalete gölge düşüreceği kanaatine vardığımdan davadan çekiliyorum,” ifadesiyle duruşmadan çekilme kararı almasına rağmen, Yargıtay kararıyla görevine devam ettiğini de yine bu sunuş yazısında okuyoruz.
“Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı/Dava’nın Davası” isimli kitap, 900 sahife boyunca bir dönemin tarihî zabıtları olarak devam ediyor ve MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın nasıl bir hukuksuzluk üzerine bina edildiğini dramatik bir belgeseli gibi, adeta, üzerine kan damlayan bir siyah-beyaz drama filmi izliyor hissiyle okuyorsunuz kitabı.
“Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı/Dava’nın Davası” isimli kitap bir yandan Türkiye’nin 12 Eylül Darbesi’yle savrulduğu hukuksuzluğu tozlu arşiv raflarından ve gazete arşivlerinden çıkarırken, röportajlar ile de bu tarihe tanıklık eden şahitlerin anlattıklarıyla zenginleştiriyor ve okuyucunun gözleri önüne seriyor. Diğer yandan da MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın hukuki safhaları haricinde, davanın karargâhı konumundaki “Büro”nun yani Galip Erdem’in ifadesiyle “Akıl Dükkânı”nın üstlendiği misyonu da anılarla naklediyor.
Şerafettin Yılmaz’ın riyasetinde kurulan büronun, nasıl bir gönüllüler kadrosuna, nasıl bir idealistler kadrosuna, nasıl bir hesapsızlar kadrosuna dönüştüğünü okuyoruz kitapta. Hukuki mücadelenin yanında, başta Mamak Askerî Cezaevi olmak üzere Türkiye’nin hemen her yanındaki cezaevlerinde yatan sanıkların, bu sanıkların ailelerinin, davadan aranan kaçakların ve ailelerinin ihtiyaçları için Galip Erdem’in verdiği o unutulmaz mücadeleyi de gözlerimiz yaşararak okuyoruz. Bir yandan Dava’nın avukatlığını yaparken sanıkları ve ailelerin bitmez tükenmez ihtiyaçlarıyla ilgili “Mektup” adı altında topladığı yardımların sanıklara ve ailelerine ulaştırılmasında verdiği o unutulmaz ve kuruşuna kadar, gramına kadar, bir tek akçesine kadar insanüstü bir titizlikle yaptığı taksimatların hikâyesi de yine “Dava’nın Davası”nın satırlarında bir belgesel hükmünde yer alıyor.
“Akıl Dükkânı”nın, büyük bir kısmına şahitlik ettiğim hukuk ve insanlık mücadelesi bir yandan Türk milliyetçiliğinin hukukî siyasî mücadelesinin de tarihiydi. Çünkü ilk günlerin heyecanından sonra davanın tüm yükü Şerafettin Yılmaz’ın riyaset ettiği “Büro”nun üzerindeydi. Çok sevgili merhum arkadaşımız İsmail Vayvaylı’nın Mamak içinde fotokopi çekmek için yanında refakat edecek bir avukat aradığı zamanlardı. Çekilen fotokopilerin arşivlenmesi için gönüllü aradığı zamanlardı.
Bunca yıl sonra “Akıl Dükkânı”nı fil ayaklı bir mabede benzetiyorum. Türk milliyetçiliği kubbesini taşıyan dört taşıyıcı fil ayağı. Taşıyıcı dört ayağın ilki şüphesiz Şerafettin Yılmaz’dı. İkinci ayağı Galip Erdem, üçüncü ayağı merhum İsmail Vayvaylı ve gönüllüleri, dördüncü ayağı ise yine Galip Erdem ve Şerafettin Yılmaz’ın çabalarıyla “Akıl Dükkânı”nın maddi ihtiyaçları için elini taşın altına koymaktan geri durmayan idealistlerdi.
“Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı/Dava’nın Davası” isimli kitap, 830. sahifesindeki hüzünlü bir başlık ile devam ediyor ve ardından yedi yıl süren, 637 celse devam eden ve 200’e yakın avukatın imza koyduğu MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın 1453 sahifelik savunmasının son bölümüyle bitiyor.
830. sahifedeki o hüzünlü başlık, “Sessiz Çekiliş”.
7 Nisan 1987 tarihinde nihaî kararın verilmesiyle “Akıl Dükkânı” ya da “Büro” olarak anılan merkezin de mesaisi bitmiş oluyordu.
“Davayı ilk günden karar verilinceye kadar takip eden, “Müşterek Savunma”yı yazan Şerafettin Yılmaz, davanın başladığı günlerde hiç kimsenin talebi olmaksızın hukuk hizmetine nasıl başladıysa, dava bittikten sonra da aynı sessizlik içinde ailesine, işine, İstanbul’a döndü. Galip Erdem de yine öylece. Yıllarını vakfettiği insanların bazıları tarafından yine dışlandı. Ülkücü gençlerle arasına duvar örüldüğünü görünce darbe öncesindeki münzevi hayatına, hüzünlü yalnızlığına çekildi. Bütün enerjisini dava için harcayan İsmail Vayvaylı birkaç ay ne yapacağını bilemedi. Büro’nun dışındaki hayata alışmaya çalıştı. Sonra askere gitti. Sessizce. Şerafettin Özdil de temiz havaya koşar gibi Akşehir’e gitti. Sessizce…” (Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı/Dava’nın Davası, s.830)
Son söz kabilinden şunları söylemek isterim ki, “Kurgulanmış Bir Davanın Arka Planı/Dava’nın Davası” isimli kitap, Türk milliyetçiliği ve siyasal mücadelesi bakımından elimizdeki en önemli eserdir. Her Türk milliyetçisinin, her ülkücünün ve Türk milliyetçiliğine gönül vermiş her bir ferdin kütüphanesinde bulunması gereken, her Türk milliyetçisinin ve her ülkücünün okuması gereken, kendinden sonraki nesillere devretmesi gereken bir eserdir.
Bu vesileyle bu kıymetli eserin oluşmasında öncülük eden başta Şerafettin Yılmaz’a, Raşit Demirtaş’a, Mahir Durakoğlu’na, Ötüken Neşriyat’a ve emeği geçen herkese teşekkür borçluyuz…