Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Tarihçesi. Türk Deniz Kuvvetleri. İlk Türk denizcisi kimdir

Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Tarihçesi. Türk Deniz Kuvvetleri. İlk Türk denizcisi kimdir

Türk Deniz Kuvvetleri, Türkiye'yi denizden gelebilecek her türlü saldırıya karşı korumakla görevlidir. Türk Silahlı Kuvvetleri komutası altındaki en büyük 3. kuvvettir. Kuruluş tarihi, ilk Türk denizcisi kabul edilen Çaka Bey'in İzmir'de oluşturduğu donanmanın kuruluş tarihi olan 1081'dir

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Tarihçesi

1) Anadolu Selçuklu Devleti ve Beylikler Dönemi (XI.- XIV.Yüzyıl)

Oğuz Türklerinin Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmeleri ve küçük Asya’da yerleşmeleri ile birlikte Türkler, denizlerle ilk kez tanışmıştır. Türkler açık denizlere doğru yelken açmaya, karşılarına ilk kez çıkan ve sonsuzluğu çağrıştıran uçsuz bucaksız mavi suların gizemli dünyasını sorgulamaya başlamışlardır. Böylece, geçmişten gelip geleceğe uzanacak olan, köklü bir tarihi miras ve geleneğe sahip Türk denizciliği yeşermeye başlamıştır. Türk denizciliği, Barbaros Hayreddin Paşa, Kılıç Ali Paşa gibi Büyük Amiralleri, Piri Reis, Ali Macar Reis gibi evrensel deniz haritacılığının öncüleri ile Dünya Denizcilik Tarihi’ne damgasını vurmuştur.

Doğu, İslam ve eski Türk Uygarlığı’nın bilgi birikimini, Akdeniz’de Rönesans’la aydınlanan yeni Batı fikirleri ile kaynaştıran Osmanlı Türkleri, bugün bile hayret ve hayranlık uyandıran eşsiz eserler meydana getirmişlerdir.Denizlerde güçlü oldukları dönemlerde, adeta mucizeler yaratan, altın çağını yaşayan, Akdeniz’i neredeyse bir iç deniz haline getiren Türkler, denizlerden çekildikleri dönemlerde çok ağır bedeller ödemişlerdir.

Oğuz Türkleri, Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan liderliğinde 1071 yılından itibaren Anadolu’ya yerleşmeye başlamış ve 1081 yılına kadar öncü Türk Beylikleri, Ege ve Marmara kıyılarına ulaşmıştır.

Türkleri denizlerle kaynaştıran ilk öncü, Emir Çaka Bey olmuştur. Çaka Bey, Selçuklu Ordusunun gözü pek akıncı liderlerinden birisi olarak, Türklerin savaşa savaşa Batı’ya yönelik ilerleme sürecinde, 1078 yılında Bizans’a esir düşmüş ve İstanbul’a gönderilmiştir. Çaka Bey, İstanbul’daki esaret döneminde deniz ve denizciliğe karşı tutku derecesinde bir ilgi duymaya başlamıştır.

Bizans İmparatoru’nun 1081 yılında değişimi sebebiyle İstanbul’daki karışıklıklardan yararlanarak kaçmayı başaran Çaka Bey, Beyliğinin askerleri ile yeniden bir araya gelerek; İzmir’i, ele geçirmiş ve müstakil bir Türk Beyi olarak sınırlarını genişletmeye başlatmıştır.

Çaka Bey, İzmir’de o döneme göre modern sayılabilecek bir tersane yaptırmış ve tersane civarındaki bölgeyi deniz üs kompleksine dönüştürmüştür. Bu aşamadan sonra gemi inşa faaliyetlerine geçilmiş, kürekli ve yelkenli gemilerden oluşan 50 parçalık ilk Türk Donanması 1081 yılında inşa edilmiştir. Bu yıl, Türk Deniz Kuvvetleri açısından son derece önemlidir. Çünkü, 1081 yılı Deniz Kuvvetlerinin kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir. Aynı yıl Emir Çaka Bey, ilk Türk Donanması ile Ege’nin sıcak sularına yelken açmıştır.

19 Mayıs 1090 tarihinde Karaburun ile Sakız Adası arasında kalan Koyun Adaları civarında Çaka Bey'in Donanması, Bizans Donanması ile karşılaşmıştır.

Çaka Bey, 17 çektiri ve 33 yelkenli olmak üzere toplam 50 savaş gemisinden oluşan Donanmasını, seri taktik manevralarla ustalıkla sevk ve idare etmiş; düşmana en zayıf yerlerinden ard arda darbeler indirmiştir. Bizans Donanması ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmıştır. Daha sonraları Emir Çaka Bey denizlerdeki hakimiyet alanını genişletmiş, donanması ile Çanakkale’ye kadar yaklaşmıştır. Haçlı Seferleri’nin 1096 yılından başlayarak Anadolu’da yoğunlaştığı dönemlerde, Türkler büyük baskı altında tutulmuştur. Bu gelişmeler, Anadolu Selçuklu Devleti’nin denizlere yönelik faaliyetlerini büyük ölçüde engellemiştir. Ancak, yine de bu dönemde, İki Denizin Sultanı (Sultan-ül Bahreyn) unvanı verilen Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat, Alanya ve Sinop Tersanelerinde inşa ettirdiği gemilerle filolar kurmuştur.

Alanya Tersanesi, Türklerin kurmuş olduğu ilk organize tersane olarak kabul edilmektedir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol baskısına dayanamayarak 1308 yılında parçalanmasından sonra özellikle Batı Anadolu’da bir takım Uç Beylikleri kurulmuştur.

Bu Uç Beylikleri, (Karesioğulları, Saruhanoğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Candaroğulları) Türk Deniz Tarihi’nin hızını kaybeden gelişim sürecine yeni bir ivme, yeni bir heyecan kazandırmışlardır. Balıkesir ve civarında kurulan Karesi Beyliği (1302-1361) döneminde denizlere büyük önem verilmiş; Edincik’te bir tersane kurularak, gemi inşasına başlanmıştır. Bu gemiler hem Marmara’da hem de Kuzey Ege’de Bizans Donanmasının hareket serbestisini kısıtlamış; bölgedeki deniz güçleri için ciddi bir rakip olmuştur. Osmanlı deniz gücünün ilk çekirdeğini de bu Beylik oluşturmuştur. Aydın civarında kurulan Aydınoğulları Beyliği (1308-1390) özellikle Umur Bey döneminde denizcilikte büyük atılım yapmıştır.

Umur Bey, 1334-1348 yılları arasında Ege’de, Bizanslılar ve Cenevizlilere karşı büyük başarılar kazanmış; Rodos’tan Çanakkale Boğazı’na kadar, Mora ve Rumeli kıyıları da dahil olmak üzere denizlerde kesin bir kontrol sağlamıştır. Düşmana karşı son derece atak ve taktik baskın şeklinde manevralar yapan Umur Bey, çetin deniz muharebelerinin birisinde şehit olmuştur.

Manisa ve civarında kurulan Saruhanoğulları Beyliği (1313-1390) sürekli olarak Umur Beyin denizdeki faaliyetlerine destek sağlamıştır. Özellikle Süleyman Bey, Umur Beyin Donanmasına gemi, üs ve onarım yönünden büyük kolaylıklar sunmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu, bu Beyliklerin denizcilik birikimi, üs ve liman kolaylıkları ve tersanelerinden önemli ölçüde istifade etmiştir. Fatih Sultan Mehmet, o döneme kadar akın donanması hüviyetinde olan Osmanlı Donanmasını ateşli silahlarla teçhiz ederek, stratejik bir boyut kazandırmıştır.

Beyliklerdeki denizci karakter, bir anlamda Akdeniz’e kök söktürecek güçlü Osmanlı Donanmasının doğal alt yapısını oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, Anadolu’daki Türk Beylikleri’nin etkileri kaybolmuş ve bu Beylikler Fatih Sultan Mehmet (1451-1481) döneminde tamamen İmparatorluk sınırlarına dahil olmuştur.

2) Osmanlı İmparatorluğu Dönemi (XIV.-XX.Yüzyıl)

Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişme ve gerileme süreci ile deniz gücü arasında çok ilginç bir paralellik vardır. Osmanlı İmparatorluğu, başarıdan başarıya koştuğu dönemlerde çok güçlü bir deniz gücüne sahip olmuştur. Denizlerdeki duraksama ve gerileme, benzer şekilde İmparatorluğun diğer kurumlarında da bozulma ve çürümelere yol açmıştır. Aslında, jeopolitik açıdan da üç Kıtaya yayılan bir Devletin, denizlerde gerileyerek, denizleri ihmal ederek ayakta kalması mümkün değildir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Deniz Tarihi 3 ana döneme ayrılabilir: Derya Beyleri Dönemi (1324-1390)’ni, Kaptan-ı Derya/Kaptan Paşalar Dönemi (1390-1867) takip etmiş ve daha sonra İmparatorluğun yıkılışına kadar olan dönem, Bahriye Nazırlığı Dönemi (1867-1922) olarak isimlendirilmiştir.

Derya Beyleri Dönemi (1324-1390)

Karamürsel’in 1323 yılında fethi ile Marmara Denizi’ne ulaşan Osmanlı Beyliği, 1324 yılında Batı komşusu Karesi Beyliği’nden yardım maksadıyla Mürsel Bey komutasında gönderilen 24 gemiden oluşan kuvvet sayesinde denizlerle tanışmış ve güçlü bir Deniz Kuvvetine gidecek uzun yoldaki ilk kararlı adımlarını atmıştır.

Osmanlı Beyliği, Doğu Marmara’da kesin bir hakimiyet sağlayınca, deniz gücünün kurumsallaşması için çalışmalar başlatılmıştır. Karamürsel’de 1327 yılında ilk Osmanlı Tersanesi kurulmuş, burada ilk Osmanlı savaş gemisi inşa edilmiştir.

Donanma hiyerarşik bir sistemle teşkilatlandırılarak, Donanma Komutanı’na, “Derya Beyi” unvanı verilmiştir. Kara Mürsel Bey, Osmanlı Devleti’ndeki ilk “Derya Beyi” olarak Türk Deniz Tarihi’nin öncüleri arasında yerini almıştır.

Karamürsel’in fethinden sonra 1334 yılında Gemlik, 1337 yılında ise İzmit alınmış; böylelikle 1353 yılında Osmanlıların Rumeli’ye geçişinde büyük kolaylık sağlanmıştır. Karamürsel’den sonra Türk Denizciliği’nin merkezi önce İzmit, daha sonra Gelibolu ve sonunda İstanbul olmuştur.

Kaptan-ı Derya / Kaptan Paşalar Dönemi (1390-1867)

Osmanlı İmparatorluğu’nun modern bir devlet anlayışı ile denizlere yönelik teşkilatlanması Sultan Yıldırım Bayezid döneminde (1389-1403) başlamıştır. Gelibolu Deniz Üssünün 1401 yılında tamamlanması ile birlikte “Kaptan-ı Derya/Kaptan Paşa” terimi de Osmanlı Deniz Kuvvetlerinde yerini almıştır. Saruca Paşa Türk deniz tarihinin ilk Kaptan-ı Deryası olmuştur.

Fatih Sultan Mehmet döneminde, İstanbul’un fethini müteakip, Osmanlılar Ege ve Karadeniz’de mutlak bir hakimiyet sağladıktan sonra Akdeniz’e ilerlemişlerdir.

Fatih Sultan Mehmet 1455 yılında Kasımpaşa’da İstanbul Tersanesi (Tersane-i Amire)’ni kurmuş ve bu tersane dünyanın en büyük tersanelerinden birisi olarak tüm yabancı ülkelerin hayranlığını kazanmıştır.

Bu dönemde Türk deniz bilimcileri dünya denizciliğine büyük katkıda bulunmuşlardır. Muhiddin Piri Reis, Türk denizcilik tarihinde tüm dünyada büyük yankılar uyandıran kartografi çalışmaları ile büyük bir yer tutmuştur. 1513 ve 1528 yıllarında iki ayrı dünya haritası yapmıştır.

Diğer bir çalışmada Piri Reisin Dünya Denizcilik Tarihi’ne bir hediyesi olan 1521 ve 1525 yıllarında iki kez yayınladığı ünlü, “Bahriye (Kitab-ı Bahriye)” adlı kılavuz kitabıdır. Bu emsalsiz çalışmada, Ege ve Akdeniz her açıdan incelenmektedir.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a yönelik kara harekatında Türk Donanması çok büyük lojistik destek sağlamıştır. Sultan I. Selim (1512-1520) tarafından Mısır’ın fethinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu, Kızıl Deniz ve Hint Okyanusu’nda faaliyet göstermeye başlamıştır. Sultan I. Selim’in ölümünden sonra Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) da Osmanlı Donanmasının gelişimine büyük önem vermiş, Türk Denizciliğine altın çağını yaşatmıştır. Bu dönemde Barbaros Hayreddin Paşa, kardeşleri Oruç ve İlyas Reisler, Selman Reis, Murat Reis, Seydi Ali Reis gibi bir çok ünlü Türk Denizcisi Akdeniz’de mutlak bir hakimiyet kurmuştur.

Kanuni Sultan Süleyman, 1533 yılında Barbaros Hayreddin Paşayı İstanbul’a davet ederek, Kaptan-ı Derya ilan etmiştir. Barbaros Hayreddin Paşa, İstanbul Tersanesi’nde yeni gemiler inşa ettirerek, Donanmayı daha da güçlendirmiş ve Deniz Kuvvetini Osmanlı Devleti’nin denizlerdeki uzantısı ve dış politikasının vazgeçilmez bir unsuru haline getirmiştir.

Barbaros Hayreddin Paşa, üstün denizcilik bilgisi ve tecrübesinin yanı sıra emsalsiz bir taktisyen olduğunu, 27 Eylül 1538 tarihinde Preveze Deniz Savaşı’nda göstermiştir. Taktik baskının yarattığı sürpriz etkisi Andrea Doria komutasındaki Haçlı Donanmasını şaşkına çevirmiş, Haçlı Donanması panik içerisinde dağılarak, büyük kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmıştır.

Bu zafer, Osmanlı Devletini Akdeniz’in tartışılmaz hakimi yapmıştır. Preveze Deniz Zaferi, büyük bir şeref ve gurur abidesi olarak Türk denizcilerine ışık tutmakta ve zaferin kazanıldığı 27 Eylül günü her yıl Deniz Kuvvetleri Günü olarak kutlanmaktadır.

Diğer taraftan, Hadım Süleyman Paşa 72 parçadan oluşan Donanma ile 1538 yılında Umman Denizi’ne açılarak Aden’i ele geçirmiş, daha sonra Hindistan’a ulaşarak burada Portekizlilerle çarpışmıştır. Osmanlılar, doğudaki deniz ticaret yollarının kontrolü uğruna uzun yıllar yoğun çaba sarf etmiştir. Selman Reis, Piri Reis, Murat Reis ve Seydi Ali Reis gibi ünlü denizcilere, “Süveyş Kaptanı” unvanı verilmiş ve bu Amiraller, Umman Denizi ve Hint Okyanusu’nda uzun yıllar Portekiz Donanması ve diğer ülkelere karşı deniz kontrolü uğrunda mücadele vermişlerdir.

Kanuni Sultan Süleyman, 1543 yılında İspanya karşısında zor durumda kalan Fransa’nın yardım talebi üzerine Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki 110 kadırgadan oluşan Donanmayı Fransa’ya göndermiştir. Bu sefer Barbaros Hayreddin Paşanın son seferi olmuş ve Barbaros Hayreddin Paşa, Büyük Türk Amiralleri arasındaki yerini almıştır.

Türkleri Kuzey Afrika’dan çıkarmak için Trablusgarp’ı geri almaya gelen Haçlı Filosu’na karşı ani bir taktik baskın düzenleyen Kaptan-ı Derya Piyale Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması, 14 Mayıs 1560 günü icra edilen “Cerbe Deniz Muharebesi” sonucunda Haçlı Donanması karşısında kesin bir zafer kazanmıştır.

Turgut Reis, Cerbe Zaferi’ne büyük katkı sağlamış, 1565 yılında ilerlemiş yaşına rağmen katıldığı Malta Seferi’nde şehit düşmüştür.

Türk Denizciliği bu dönemde Salih Reis, Aydın Reis, Murat Reis, Selman Reis, Seydi Ali Reis, Hasan Reis, Piyale Paşa, Kılıç Ali Paşa gibi ünlü denizcileriyle başarıdan başarıya koşmuş; bu yüzyılda Türk savaş gemileri Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda faaliyet göstermiş, bu denizlerde üstünlüğünü rakiplerine kabul ettirmiş, İmparatorluğun dış politikasının ideal bir uygulama aracı olarak, güç göstererek veya güç kullanarak siyasi hedeflerin ele geçirilmesinde önemli rol oynamıştır.

Kanuni Sultan Süleyman’ı takip eden hükümdarların deniz sorunlarına aynı duyarlılıkla yaklaşmamaları, Kaptan-ı Deryalık makamına denizcilikle ilgisi olmayan,ancak Saray’a yakın olan paşaları getirmeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlere hakim olduğu altın çağının yavaş yavaş etkisini kaybetmesine sebep olmuştur. Nitekim bunun ilk acı örneği, 1571 yılında “Lepanto (İnebahtı) Deniz Savaşı”nda yaşanmıştır. Bu savaşta, Osmanlı Donanması’nın üçte ikilik bir kısmı, Kıbrıs Adası’nı almak üzere tesis edilen Haçlı Donanması tarafından yok edilmiştir. Donanmanın Sol Kanat Komutanı ve Cezayir Beylerbeyi olan Uluç Ali Reis, ancak 40 gemiden oluşan kendi birliğini başarılı taktik manevralarla kurtarmayı başarabilmiştir.

Bu savaşta göstermiş olduğu cesaret ve feragatın karşılığı olarak Sultan II.Selim; Uluç Ali Reise, “Kılıç Ali Paşa” adını vererek, Osmanlı Donanması’na Kaptan-ı Derya olarak atamıştır. Birçok zorluğa rağmen Kılıç Ali Paşanın yoğun çabaları neticesinde, 1587 yılındaki vefatına kadar geçen on beş yıllık sürede Akdeniz’deki deniz kontrolü güçlüklere rağmen devam etmiştir.

XVII.yüzyıl, Venediklilerle Girit Adası üzerine yapılan yoğun mücadelelerle geçmiştir. Bu dönemde, Osmanlı devlet adamları politik hedeflere sadece Kara Kuvvetiyle ulaşmak istemiş, deniz ötesi güç intikalinde Deniz Kuvvetlerini kullanma yönünde planlamalar yapmamıştır. Kara Orduları uzun seferlerle karadan kriz bölgelerine gönderilmiştir. Politik hedeflerin ele geçirilmesinde deniz gücünü ihmal etmek, en azından orduların lojistik yönden ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmasına neden olmuş ve bu da, genellikle toprak kaybı ile sonuçlanan ağır yenilgileri beraberinde getirmiştir.

İlk büyük toprak kaybı Karlofça Antlaşması (1699) ile başlamış ve Deniz Kuvvetleri de toprak kayıplarına paralel olarak giderek önem ve önceliğini kaybetmeye başlamıştır. Kaptan-ı Derya Mezamorto Hüseyin Paşanın 1695 yılında başlatmış olduğu reform girişimleri ve Venedik Donanmasına karşı Sakız Adası civarında kazandığı Koyun Adaları Zaferi de Donanmanın Saadet Yüzyılını geri getirmeye yetmemiş, denizlerdeki gerilemeyi durduramamıştır.

Osmanlı yönetimi kendi içerisindeki siyasi ve ekonomik sorunları aşamadığı için Batının yükselen teknolojik değerlerine de ulaşamamıştır. Bütün gemilerin yelkenli (kalyon) hale getirilmesi, ancak XVII.yüzyıl sonları ile XVIII.yüzyıl başlarında tamamlanabilmiştir.

26 parçalık Osmanlı Donanması, 1770 yılının Temmuz ayında Çeşme/İzmir’de, Rus Donanmasının baskınına uğramış ve tüm gemileri batmıştır. Bu yenilgi ile birlikte yaşanan olumsuz gelişmeler, Sultan III.Mustafa’yı çağdaş bilgilerle donatılmış deniz subayı yetiştirilmesi konusunda harekete geçirmiş ve bu kapsamda, Baron de Tott isimli Fransız mühendis Donanmayı iyileştirme çalışmalarında görevlendirilmiştir. Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından, 18 Kasım 1773 tarihinde, “Tersane Hendesehanesi” adıyla Tersane’deki küçük bir bölümde bugünkü Deniz Harp Okulu’nun temeli atılmıştır.

Bu olay, sadece bir okulun açılması değil, yüzyıllar boyunca Türk Ulusuna devlet adamları ve nitelikli deniz subayları yetiştirecek bir dönemin başlangıcı olmuştur. Okul, 22 Ekim 1784 tarihinden itibaren “Mühendishane-i Bahri Hümayun” adını almıştır.

Avrupa’da, XVIII.yüzyıl sonlarında buhar makineli (stimli) gemileri devreye sokmuştur. Osmanlı Donanması, yelkende olduğu gibi yarım asrı aşan bir gecikme ile XIX. yüzyıl ortalarında bu yeniliği takip edebilmiştir.

Sultan II.Mahmut (1808-1839), “Vaka-i Hayriye” adı ile bilinen olay sonucunda 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nı kapatmıştır. Bu dönemde, Kara ve Deniz Kuvvetlerinin eğitim felsefeleri ile üniformaları değiştirilmiş, aynı zamanda eğitim maksatlı olarak yurt dışına personel gönderilme süreci başlatılmıştır. Bu yenilikler çerçevesinde, 1852 yılında, Bahriye İdadisi (Deniz Lisesi), Heybeliada’da kurulmuştur.

Yenileştirme çabalarının sürdüğü bu dönemde de, Osmanlı Donanması büyük felaketlerle karşılaşmaktan kurtulamamıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından bir yıl sonra, 20 Ekim 1827 tarihinde Yunan İsyanı sebebiyle Mora’nın Navarin Limanı’nda bulunan Osmanlı-Mısır Donanması, İngiliz-Fransız-Rus ortak filolarının baskınına uğrayarak, 58 gemi ve 6000 denizcisini kaybetmiştir. Navarin Faciası’nda Osmanlı Devleti, yalnız Donanmasını değil, aynı zamanda uzun yıllar içinde yetiştirdiği tecrübeli denizci personelin de hemen hemen tamamını kaybetmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, 1853-1856 Kırım Harbi’nde, tarihinde ilk defa Batı ülkeleri ile işbirliği yapmıştır. Donanma, 30 Kasım 1853 tarihinde Sinop’ta Ruslar tarafından ani bir baskınla yakılmış, bu baskın büyük gemi ve personel kayıplarına neden olmuştur. Kırım Harbi’nde, başta Mahmudiye Kalyonu olmak üzere diğer gemiler Ruslara karşı önemli başarılar elde etmişse de, bu sonuç Sinop Baskını’nın ağır maddi ve manevi kayıplarını hafifletememiştir. 1854 yılının Mart ayında Osmanlı Devleti Rusya’ya karşı İngiltere ve Fransa ile ittifak antlaşması imzalamıştır.

Kırım Harbi, Donanmadan yoksun bir kuvvetin Osmanlı İmparatorluğu’nun bekasını koruyamayacağının da bir göstergesi olmuştur. Bu da, Osmanlı Donanması’nın, özellikle buharlı ve zırhlı gemiler ile güçlendirilmesi gerekliliğini ortaya koymuştur. Donanmanın gelişmesine ve modernize edilmesine büyük önem veren ve bu konuda her türlü imkanı seferber eden Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde, gerek yabancı ülke tersanelerinde, gerekse de İstanbul, İzmit, Gemlik ve Mudanya Tersanelerinde 25’i zırhlı olmak üzere 100’ü aşkın gemiyi ihtiva eden bir gemi inşa programı gerçekleştirilmiştir.

Kurmay subay yetiştirmek üzere 1864 yılında “Erkan-ı Harbiye-i Bahriye Mektebi” (Deniz Harp Akademisi), Kasımpaşa’da Divanhane binasında kurulmuştur. Osmanlı Devleti’nin bir Deniz Kuvvetine sahip olmasından itibaren en yüksek makam olan, “Kaptan-ı Deryalık/Kaptan Paşalık” makamı 1867 yılında kaldırılmış, yerine 1922 yılına kadar sürecek olan “Bahriye Nazırlığı” makamı kurulmuştur.

Bahriye Nazırlığı Dönemi (1867-1922)

Sultan Abdülaziz döneminde ağır dış borç yükü ile oluşturulan ve sayıca dönemin güçlü donanmaları arasında gösterilen Osmanlı Donanması, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde etkin bir rol oynayamadığı ve yenilgiyi önleyemediği gerekçesiyle, Sultan II.Abdülhamit (1876-1909) tarafından otuz üç yıl boyunca Haliç’te atıl tutulmuştur.

 

Donanma gemilerinin Haliç’te uzun yıllar hareketsiz tutulması, Osmanlı İmparatorluğu’nun denizcilik faaliyetlerine büyük bir darbe indirmiştir. Bu karanlık dönemin ilk ve en acı yansıması, 1864 yılında İstanbul Tersanesi’nde inşa edilen ve 13 yıl hiç seyir yapmamış olan Ertuğrul Fırkateyni’nin, iade-i ziyaret maksadı ile gittiği Japonya karasularında, 16 Eylül 1890 günü kayalıklara çarparak batması olmuştur. O dönemde tüm İmparatorluğu derin bir üzüntüye boğan bu olayın sonucunda 533 denizci personel şehit düşmüştür.

Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa tarafından, 03 Nisan 1890 tarihinde Deniz Gedikli (Deniz Astsubay) Sınıfı kurulmuş ve 15 Haziran 1890 tarihinde Selimiye Gemisi’nde İlk Gedikli Sınıfı eğitim/öğretime başlamıştır.

Yunanistan’ın 1897 yılında Girit’i işgal etmesi ile başlayan Osmanlı-Yunan Harbi’nde, Osmanlı Donanması bir kısım unsurlarıyla sınırlı olarak faaliyet göstermişse de, üstün bir harekat yeteneğine sahip olmadığı ve eğitim yönünden zayıf olduğu için başarılı olamamıştır.

Donanmanın Osmanlı-Yunan Harbi’nde faaliyet gösterememesi ve Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’nın da teklifi üzerine, Sultan Abdülaziz döneminde görev yapan bazı gemilerin onarılmasına ve ilave olarak yeni gemilerin alınmasına karar verilmiştir. Bu kapsamda, 1903 yılında Hamidiye Kruvazörü ile Ertuğrul ve Söğütlü Yatları İngiltere’ye, Mecidiye Kruvazörü Amerika’ya; 1906 yılında Berk-i Satvet ve Peyk-i Şevket Torpido Kruvazörleri Almanya’ya; yine aynı yıl Taşoz, Basra, Samsun ve Yarhisar Muhripleri ile “Hisar” Sınıfı dört torpidobot ve on bir gambot Fransa’ya; on bir torpidobot da İtalya’ya sipariş verilmiştir.

Bu girişim ile Donanmanın yeniden güçlendirilmesi için büyük bir adım atılmışsa da, yeni alınan gemiler diğerleri gibi Haliç’te atıl tutulmuştur. II.Meşrutiyet 23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edildiği zaman Osmanlı Donanması, harekat kabiliyeti ve harbe hazırlık seviyesi düşük olan gemiler ve eğitimsiz personelden oluşmuştur.

Sultan II.Abdülhamit’in 1909 yılında tahtan indirilmesinden sonra Donanmayı yeniden canlandırmak, imkan ve kabiliyetlerini artırmak için çalışmalar başlatılmıştır.

Güçlü bir Donanmanın mevcut olmaması nedeniyle son dönemlerde neredeyse süreklilik kazanan toprak kayıplarının önlenmesi için Osmanlı halkı, 14 Temmuz 1909 günü Donanma Cemiyeti, diğer adı ile Donanma-i Osman-i Muavenet-i Milliye Cemiyetini kurmuştur.

Bu Cemiyetin yoğun gayreti ile kısa zamanda yüklü miktarda para toplanmış ve bu kaynak ile Almanya’dan 1910 yılında Yadigar-ı Millet, Gayret-i Vataniye, Nümune-i Hamiyet ve Muavenet-i Milliye Muhripleri ile Barbaros Hayreddin ve Turgut reis Zırhlıları satın alınmıştır.

Donanmanın geliştirilip güçlendirilmesi için finansal kaynak yaratma çabalarına paralel olarak dünyadaki yenilikleri takip etmek, Osmanlı Donanmasının kuruluşunu çağdaş esaslara dayandırmak, yeni bir eğitim doktrini geliştirmek maksadıyla İngiliz Amiral Gamble’ın başkanlığında bir heyet görevlendirilmiş, I.Dünya Savaşı’nın başlangıcından itibaren, İmparatorluğun siyasi tercihleri doğrultusunda bu kez de bir Alman Heyeti, Donanmanın yeniden teşkilatlanma çalışmalarında yer almıştır.

Deniz Kuvvetleri, kendi içerisinde bir takım düzenlemeler yaptığı bir dönemde, kendisini Osmanlı-İtalyan (Trablusgarp) (1911-1912) Harbi’nin içinde bulmuştur. Bu harpte, Osmanlı Donanmasının başlıca görevi: Çanakkale’de konuşlanarak, Boğaz savunmasını sağlamak ve kısmen de olsa uzak bölgelere asker ve silah nakliyatı yapmak olmuştur.

Trablusgarp Harbi’ni izleyen Balkan Harbi’nde (1912-1913) ise, Osmanlı Donanması bir taraftan arızalı gemileri onarırken, diğer taraftan Kara Kuvvetlerini lojistik açıdan deniz ulaştırması ile desteklemiştir. Çatalca Hattının savunmasına ve Bulgar Ordusu taarruzunun durdurulmasına Osmanlı Donanması katkı sağlamıştır.

Bu dönemde, Ege ve Akdeniz’de, yedi buçuk ay süre ile akın tipi harekat icra ederek, Yunan Donanması ve harp potansiyeline kayıp ve hasar verdiren Rauf ORBAY komutasındaki Hamidiye Kruvazörü, dünya deniz tarihine geçen göz kamaştırıcı başarıları ile Deniz Harp Tarihindeki şanlı yerini almıştır. Her ne kadar bu harekat harbin sonucunu değiştirmemişse de, tüm dünyada büyük hayranlık uyandırmıştır.

Birinci Dünya Harbi’nin başlaması ile birlikte Osmanlı Devleti tarafsızlığını ilan etmiş, bu sırada Akdeniz’de bulunan Goeben ve Breslau adındaki iki Alman harp gemisi Adriyatik ve Mora açıklarında bulunan İngiliz Donanması’nın baskısı nedeniyle 10 Ağustos 1914 günü Çanakkale Boğazı’na girmiştir. Osmanlı Devleti de tarafsızlığını bozmamak için bu gemileri satın aldığını açıklamış ve 16 Ağustos 1914 günü bu gemilere Türk Bayrağı çekilerek, Yavuz ve Midilli adları verilmiştir. Bununla birlikte, Osmanlı Hükümeti, 27 Eylül 1914 günü Çanakkale Boğazı ve Ege çıkışını mayınlatarak, 01 Ekim 1914 tarihinden itibaren de Boğaz’ın kapandığını bütün dünyaya ilan etmiştir.

Osmanlı Donanması, Birinci Dünya Harbi’nde, Karadeniz ve Çanakkale Boğazı yaklaşma sularında görev yapmıştır. Osmanlı Donanması Karadeniz’de, Doğu Cephesi’ne yapılan personel ve malzeme nakliyatını emniyete almış, Rusya’nın Karadeniz sahillerindeki bazı şehirlerine baskın tipi taarruzlar tertiplemiş ve aynı zamanda İstanbul-Zonguldak arasındaki kömür nakliyatını emniyete almıştır. Yavuz Zırhlısı’nın sürat ve ateş gücü üstünlüğü Rus Donanmasının Karadeniz’deki faaliyetlerini önemli ölçüde baltalamıştır. Karadeniz’de konuşlanan Donanma, Rus Donanmasını İstanbul Boğazı’ndan uzak tutmuş, böylece Çanakkale Cephesi’ndeki birliklerinin Doğu’dan baskı altına alınmasını engellemiştir.

Ege’deki güçlü İngiliz ve Fransız Donanmalarının mevcudiyeti nedeniyle, Osmanlı Donanması Birinci Dünya Harbi esnasında Ege’de sınırlı olarak faaliyet göstermiştir. İngiltere ve Fransa’nın, Osmanlı Devleti’nin harbe devam azim ve iradesini kırmak ve aynı zamanda müttefikleri olan Rusya’yı Boğazlar üzerinden takviye etmek üzere, “Yenilmez Armada” olarak nitelenen güçlü donanmaları ile Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul’a ulaşma hedefi, gerçek bir Türk destanı olan ve şanlı Türk Tarihine altın harflerle yazılan Çanakkale Deniz Zaferi’ne giden yolun başlangıcı olmuştur.

İtilaf Devletlerinin yaratmış olduğu bu stratejik tehdidi karşılamak için, elde mevcut olan son derece sınırlı imkan ve kabiliyetler de göz önünde bulundurularak, en uygun savunma stratejisi tespit edilmiştir.

Nusret Mayın Gemisi, 8 Mart 1915 sabahı büyük bir gizlilik içerisinde Erenköy önlerindeki Karanlık Limanı’na intikal ederek mevcut 26 mayını yüzer metre aralıklarla 11’inci hat olarak, daha önce tesis edilen diğer 10 hattan farklı şekilde, sahile paralel olarak dökmüştür.

18 Mart 1915 günü, İngiliz Donanmasına ait Irresistible ve Ocean zırhlıları ile Fransız Donanmasına ait Bouvet zırhlısı batmış, Müttefik Donanmaya ait Gaulois, Suffren, Inflexible Zırhlıları ağır hasar almış, bir çok zırhlı da Kıyı Bataryalarının ateşi nedeniyle çeşitli yaralar almıştır.

Nusret Mayın Gemisi tarafından dökülen mayınlara çarparak büyük maddi kayba uğrayan Müttefik Donanması, ağır yenilginin yanı sıra ülkelerinde küçümsenemeyecek bir prestij kaybına uğramıştır.

Çanakkale Boğazı’nı denizden geçemeyen İtilaf Devletleri, 25 Nisan 1915 tarihinden 20 Ocak 1916 tarihine kadar sürecek olan Gelibolu üzerinden bir amfibi harekat ve müteakiben bir Kara Harekatı ile harbin hedefini ele geçirmeye çalışmıştır.

İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin Marmara Denizi’nden Çanakkale Cephesi’ni takviyesini engellemek maksadıyla denizaltı harekatı planlamış ve bu nedenle çok sayıda denizaltıyı gizli yollardan Marmara Denizi’ne nakletmiştir. Osmanlı Donanması, gerek Boğaz’ın dar geçitlerinde mevkilendirdiği ağ ve mayın maniaları gerekse Marmara Denizi’ndeki suüstü gemileri ile İtilaf Devletleri’nin denizaltı harekatını önemli ölçüde sekteye uğratmıştır.

Denizaltı Savunma Harbi Harekatı kapsamında, I.Dünya Harbi’nde Marmara’da ve Çanakkale Boğazı’nda toplam 7 İngiliz, 1 Avustralya ve 5 Fransız olmak üzere toplam 13 denizaltı gemisi batırılmıştır.

Boğaz’a 30 Nisan 1915 günü girmeyi başaran Avustralya’ya ait AE-2 Denizaltısını top ve torpido taarruzları ile nötralize eden Sultanhisar Torpidobotu, İngiltere’ye ait Goliath Zırhlısını 13 Mayıs 1915 gecesi batıran Muavenet-i Milliye Torpidobotu ile Fransa’ya ait Turquoise Denizaltısı’nın periskopunu 30 Ekim 1915 günü vurarak ele geçirilmesini sağlayan kıyı bataryalarında görevli Müstecip Onbaşı’nın başarı ve kahramanlıkları halk arasında büyük yankı uyandırmış, moral, motivasyon açısından Türk Ulusu’nu olumlu yönde etkilemiştir. Ancak, bu mücadele esnasında Barbaros Hayreddin Zırhlısı ve Yarhisar Torpidobotu İngiliz E-11 Denizaltısı tarafından batırılmıştır.

Çanakkale Cephesi’nde istediği sonuçları alamayan İtilaf Devletleri, harbi başka cephelerden devam ettirme kararı almıştır. Selanik’ten Filistin’e intikal eden Müttefik Konvoyu’nu engellemek maksadıyla Yavuz ve Midilli Zırhlıları, beraberlerinde Muavenet-i Milliye, Basra ve Samsun Gemileri ile 20 Ocak 1918 günü Çanakkale Boğazı’ndan Ege’ye çıkmıştır. Gökçeada yakınlarında Yavuz Zırhlısı mayına çarparak yara almış, müteakiben İngiliz uçaklarının hücumuna uğramış, sakınma manevrası yaparken ikinci bir yara daha almıştır.

Bu esnada Midilli Kruvazörü, mayınlı sahadan geçerken 5 mayın yarası alarak batmıştır. Yavuz Zırhlısı onarım için geri intikalde iken, Çanakkale Boğazı’nda, Nara açıklarında üçüncü kez mayına çarparak karaya oturmuş, burada altı gün boyunca İngiliz uçaklarının hava hücumuna uğramış, daha sonra kurtularak İstinye Deniz Üssü’ne çekilmiştir.

Dört yıl süren Birinci Dünya Harbi’nde, zaten zayıf olan Osmanlı Donanması büyük kayıplara uğramış ve savaştan son derece yıpranmış olarak çıkmıştır. Elde kalan gemilerin kontrolü ise, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi hükümleri uyarınca, Osmanlı Donanması Haliç’e çekilerek, gemilerin kontrolü müttefik ülkelerin teşkil ettikleri bir komisyona bırakılmıştır.

3) Milli Mücadele Dönemi (1919-1922)

Bu dönem, geçmişi parlak zaferlerle dolu olan Türk denizciliğinin acı ve hüzün dolu sayfalarından birisini teşkil etmektedir. Ancak, Milli Mücadele esnasındaki olumsuz koşullar, Türk denizcisinin doğasında var olan vatan ve millet sevgisini yok edememiş, bazı denizciler gizlice Anadolu’ya geçerek kara savaşlarına fiili olarak katılmış, bazıları ise Karadeniz’de ve Marmara’da ülkenin harbe devam azim ve iradesini güçlendirecek lojistik nakliyatı kanları ve canları pahasına idame etmişlerdir. İstanbul’da kalan denizciler, ise Muavenet-i Bahriye Cemiyeti’ni kurarak, Milli Hükümetin deniz gücünü personel ve materyal olarak desteklemiş ve aynı zamanda Milli Kuvvetlere istihbarat desteği sağlamıştır.

Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince, Turgutreis, Hamidiye ve Mecidiye Kruvazörleri, İşgal Kuvvetleri tarafından duruş ve vuruş güçleri zayıflatılarak Haliç’te atıl olarak tutulmuş; Yavuz Zırhlısı ise, Haliç’te deniz trafiğini aksatabileceği endişesi ile cephanesi alınmış ve topları sökülmüş olarak İzmit’e nakledilmiştir. Bu dönemde sadece, Marmara’da sahil güvenlik hizmetleri için kullanılan Akhisar ve Draç Torpidobotları ile aynı görev için İzmir’e gönderilen Hızırreis Gambotu ve Saros Körfezi’nde mayın temizleme faaliyeti ile görevlendirilen Nusret ve Tir-i Müjgan mayın gemileri görev yapmıştır.

İstiklal Harbi başlamadan Bahriye Nezareti tarafından karakol görevi ile 1919 yılının Şubat ayında Preveze Gambotu Sinop’a, Aydınreis Gambotu Trabzon’a gönderilmiştir. Preveze ve Aydınreis Gambotları 1919 yılı sonlarına kadar kömür sağlanamadığı için limanda kalmıştır. İstiklal Harbi başladığında ise bu iki gambot, İstanbul Hükümeti’nin bütün zorlamalarına rağmen İstanbul’a geri dönmeyip, Milli Hükümetin emrine girmiş ve İstiklal Harbi Nakliye Filosunun çekirdeğini oluşturmuştur.

İstiklal Harbi’nin gelişim sürecine paralel olarak çeşitli yollardan sağlanan büyüklü, küçüklü teknelerle bir Nakliye Filosu kurulmuş ve bu Filo, Milli Cepheleri harp boyunca bütün gücüyle desteklemiştir.

İstiklal Harbi 1920 yılında ana çizgileriyle ortaya çıkmış ve kazanılan başarılardan sonra kesin zafere ulaşmak için Batı Cephesi’nin önem ve önceliği daha da artmış ve bunun neticesinde Karadeniz üzerinden silah, cephane ve her türlü malzemeyi ihtiva eden lojistik nakliyatı idame yaşamsal bir boyut kazanmıştır. Bu maksatla, Karadeniz’de kaçak olarak bir deniz nakliyat teşkilatının meydana getirilmesi hayati bir harekat ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır. 10 Temmuz 1920 günü Milli Müdafaa Vekaleti (Milli Savunma Bakanlığı)’ne bağlı olarak “Umur-ı Bahriye Müdürlüğü” teşkil edilmiş ve bu Kuruluşa, öncelikle Karadeniz’deki deniz nakliyatını tesis ve idame etme görevi verilmiştir. Ayrıca mevcut deniz teşkilleri de bu Müdürlüğe bağlanmıştır.

Bu Kuruluş, mahalli tekneler ve gönüllüleri son derece başarılı bir şekilde örgütlemiş; düşman gemilerinin hareketlerini izlemek üzere güvenilir bir istihbarat ağı tesis etmiş ve bu nedenle lojistik nakliyat, en uygun zaman ve mekan koordinesi ile başarıyla sürdürülmüştür.

Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Rusya ile askeri malzeme yardımı konusunda anlaşma sağlamıştır. Bu maksatla, 21 Eylül 1920 tarihinde kurulan Trabzon Kaçakçı Müfrezesi, Milli Müdafaa Vekaleti’nin 26 Ekim 1920 tarihli talimatı ile Trabzon Nakliyat-ı Bahriye Müfreze Kumandanlığı adını almıştır. İstiklal Harbi’nin müteakip safhalarında Deniz Kuvvetlerine, özellikle de deniz nakliyatına olan ihtiyacın artması ve bu yönde kullanılan deniz vasıtalarının nitelik ve niceliğinin büyümesi sebebiyle “Umur-ı Bahriye Müdürlüğü” teşkilatı genişletilmiş ve bu Müdürlük, 01 Mart 1921 tarihinde Milli Müdafaa Vekaleti’ne bağlı olarak, “Bahriye Dairesi Reisliği” adını almış; İzmit, Samsun, Amasra Bahriye Kumandanlıkları ile Trabzon Nakliyat-ı Bahriye Müfreze Kumandanlığı, Karadeniz Ereğli Nakliyat-ı Bahriye Kumandanlığı, Eğridir Gölü Bahriye Müfrezesi ve Fethiye Bahriye İhtiyat Grubu, bu Reislik emrine verilmiştir.

Marmara Denizi’nde nakliyat faaliyetlerinin önem kazanması ve İzmit Körfezi’nin savunulması maksadıyla 28 Haziran 1921 günü İzmit Bahriye Kumandanlığı kurulmuştur. İzmit Bahriye Kumandanlığı bölgedeki deniz nakliyatını idame faaliyetlerinin yanı sıra, I. Dünya Harbi’nde tahrip edilmiş olan demiryolu köprülerini onararak, kara nakliyatına da önemli katkılar sağlamıştır.

Deniz Subayları tarafından 01 Ocak 1921 tarihinde kurulmuş olan Samsun Bahriye Kumandanlığı ise, daha ziyade diğer deniz birliklerinin er ihtiyacını karşılayacak çalışmalar yapmış ve bu birliklere eğitimli deniz erleri sevk etmiştir. Pontus Rum çetelerine karşı da büyük mücadeleler veren bu Komutanlık, 1929 yılında lağvedilmiştir.

Amasra Bahriye Kumandanlığı: Karadeniz’in Batı kısmında ve Boğaz bölgesinde düşman unsurlarına yönelik olarak öncelikle keşif gözetleme faaliyetleri icra etmiş, çıkan fırsatlardan istifade ile zaman zaman taarruzi roller üstlenmiştir.

Karadeniz Ereğli Nakliyat-ı Bahriye Kumandanlığı, İstanbul-Akçakoca ve Trabzon-Akçakoca arasında yapılan deniz nakliyatını sevk ve idare etmek, aynı zamanda bölgesindeki nakliye gemi ve araçlarına lojistik destek ve üs kolaylıkları sağlamak üzere, 17 Nisan 1921 tarihinde Ereğli’de kurulmuştur. Bu Komutanlık, Batı Karadeniz’de nakledilen askeri malzemeye ilişkin kayıtları da tutmuş ve Bahriye Dairesi Reisliğine bu konuda günlük raporlar vermiştir.

Ege ve Doğu Akdeniz Bölgelerinde, 16 Mart 1921 tarihinde kurulmuş olan Fethiye Bahriye İhtiyat Grubu ile Liman Reislikleri, kıyı kontrolü, istihbarat toplama, nakliye ve sahil güvenlik görevleri icra etmişlerdir.

Diğer taraftan, Eğridir Gölü Bahriye Müfrezesi ise Antalya’ya gelen askeri malzemenin Batı Cephesine Eğridir Gölü üzerinden nakledilmesinde görev almıştır. Ülke çapındaki tüm bu lojistik destek faaliyetleri, Ankara’da ana karargahı bulunan Bahriye Dairesinin üstün görev anlayışı ve titizlikle yaptığı planlamalar sayesinde başarı ile yürütülmüştür.

Hem Karadeniz’de hem de Marmara’da görev yapan nakliye gemileri, yaşlı ve düşük süratli olmalarına, tahkim edilmemiş üs ve limanlara istinaden harekat icra etmelerine ve korunmasız olarak seyir yapmalarına rağmen, adeta mucizeler yaratmış; üstün bir görev anlayışı, cesaret ve feragatla deniz nakliyatını sürdürmüşlerdir.

Milli Mücadele süresince Karadeniz’deki lojistik nakliyat faaliyetleri kapsamında, irili ufaklı 26 tekne ile toplam 300 bin ton malzeme Sovyetler Birliği’nin Karadeniz limanlarından Türk limanlarına taşınmış ve bu suretle Anadolu’daki cepheler desteklenmiştir. Ayrıca, düşmanın ağır baskı ve engellemelerine rağmen, bir avuç kahraman denizcinin çabaları ile İstanbul’dan denizyolu ile İnebolu, Samsun, Yalova, Karamürsel ve İzmit’e gizli ve kaçak yollarla cephane ve malzeme sevk edilmiş; bu girişimler Milli Kuvvetlerin hem direncini artırmış, hem de moral ve motivasyonunu en üst düzeye çıkarmıştır.

Türk Denizcileri, İstiklal Harbi’nde belki de harbin kaderini değiştiren stratejik nakliyatı başarıyla tesis ve idame etmenin haklı gururunu taşımakta, o dönemin kahramanlarını saygı ile anmaktadır.

Tüm gemilerin büyük çaba ve fedakarlıklarının yanı sıra Alemdar Römorkörü’nün kahramanlığı Türk Denizciliğinin gurur abidelerinden birisini teşkil etmektedir.

Alemdar, İstanbul’dan işgal kuvvetlerinin kontrolünden gemi kurtarma bahanesi ile Karadeniz Ereğli’ye kaçırılmış; Fransızlar daha sonra gemiyi yeniden kontrole alarak İstanbul’a geri götürme planları yaparlarken personel kahramanca gemiye el koyarak, 09 Şubat 1921 günü Alemdar’ı Ereğli’de baştankara etmiştir. Daha sonra Alemdar, Trabzon’a intikal etmiş ve çok değerli hizmetlerde bulunmuştur. ATATÜRK, bu dönemdeki Deniz Kuvvetleri’nin faaliyetini şöyle açıklamıştır:

“Düşman ablukasına ve sahip olduğu kısıtlı deniz araçlarına rağmen, Bahriyemizin mensupları Karadeniz’de bir kaç gemi ile harikalar göstererek, hiçbir şey kaybetmeksizin deniz nakliyatını sağlamak suretiyle teşekküre değer hizmetler yapmışlardır.”

 

4) Bahriye Vekaleti Dönemi (1924-1928)

Türk Deniz Kuvvetleri, Osmanlı Devleti’nden miras olarak sadece harekat imkan ve kabiliyeti son derece sınırlı, az sayıda gemi devralmıştır. Bu gemilerin önemli bir kısmı Kurtuluş Savaşı süresince Haliç’te enterne edilmiş, Haliç trafiğini aksatabileceği düşüncesiyle, Kontrol Komisyonunun talebiyle İzmit’e gönderilen Yavuz Muharebe Kruvazörü, İstiklal Harbi sırasında İngilizler tarafından İzmit’ten Tuzla’ya çekilmiştir.

Mudanya Mütarekesi’nin 11 Ekim 1922 tarihinde imzalanması ile birlikte 14 Kasım 1922 tarihinde Kasımpaşa’daki Bahriye Nezareti binası “İstanbul Bahriye Kumandanlığı” karargahı haline getirilmiş ve küçük tonajlı harp gemilerinin (Burakreis, Sakız, İsareis ve Kemalreis gambotları ile “Taşoz” Sınıfı üç muhrip) bakım ve onarımlarının yaptırılarak “harekata hazır” hale getirilmesi için çalışmalar başlatılmıştır.

Ayrıca, bu çalışmalar paralelinde okul gemisi olarak kullanılması planlanan Hamidiye Kruvazörü onarıma alınmıştır.

Lozan Antlaşması gereği, Boğazlar bölgesinin özel bir komisyon tarafından idare edilecek tarafsız bir statüde olması nedeniyle Marmara Denizi içinde Donanmaya ait üs teşkil edecek bir liman yapılmasına karar verilmiş ve bu maksatla en elverişli bölge olan İzmit Körfezi’nde uygun yerlerin fizibilite çalışmaları yapılmıştır. 1923 yılında “Marmara Üssü Bahri ve Kocaeli Müstahkem Mevki Kumandanlığı” adı altında yeni bir komutanlık İzmit’te teşkil edilmiş ve aslında Kilise olan Fransız okul binası satın alınarak, Komutanlık Karargahı bu binaya nakledilmiştir. İzmit Bahriye Kumandanlığı ise bu komutanlığa bağlanmıştır.

İzmir Bahriye Kumandanlığı Karargahı, İstiklal Harbi’ni takiben Kordon Boyu’nda kiralanan bir bina içinde kurulmuştur. Bu Komutanlık deniz emniyet ve müdafaa işlerini yürütmüştür. Emrine Mayın Grubu, Müstahkem Mevki Bahriye Müfrezesi, Uzunada İşaret İstasyonu, İzmir Atölyeleri ve Tayyare Bölüğü verilmiştir.

Donanma Komutanlığı, İstanbul Bahriye Komutanlığı binasında küçük bir bölümde faaliyet göstermiştir. Gemilerin hemen hepsi hurda durumda olduğundan bu Komutanlık öncelikle çalışmalarını gemilerin bakım ve onarımı üzerinde yoğunlaştırmıştır.

Cumhuriyet’in ilanından bir yıl gibi kısa bir süre sonra ATATÜRK, 11-21 Eylül 1924 tarihleri arasındaki Karadeniz seyahatini Cumhuriyet Donanması’nın denize çıkan ilk gemisi olan Hamidiye Kruvazörü ile yapmış ve 20 Eylül 1924 günü, geminin şeref defterine Deniz Kuvvetlerimiz açısından tarihi belge niteliğinde olan şu sözlerini kaydetmiştir:

Hamidiye Kruvazörü, maziden kalan Donanma aksamı içinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin denizlerinde faaliyete geçen ilk gemisi oldu. Beş seneden beri mütehassiri olduğum deniz hayatını bana yaşatan bu gemi oldu. Türk Donanması kumanda ve zabitan heyetini bu gemide ve buna refakat eden Peyk-i Şevket Torpido Kruvazörü’nde tanıdım.

Temas ettiğim, ruhu genç, mefküresi genç, bu istikbal kumandan ve zabitleri bende Bahriyemiz için kuvvetli ümitler hasıl etti. Bu kıymetli, şedit arzulu heyeti yadigarı mazi olan bu gemi içinde bırakmakla iktifa olunamaz. Onları, müsait ve müstahak oldukları kadar inkişafa mazhar edebilmek için bugünün icabatına başvurmak lazımdır.

Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, sefain-i harbiye tedarikinden evvel onları muvaffakiyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir. Hamidiye’de ve Peyk-i Şevket’te tanıdığım arkadaşlar, gayeye yürüyebileceğimizin canlı ve kıymetli delilidirler.

Bugün için bu güzide heyet büyük alaka ile muhafaza olunacaktır. Mevcut büyük, küçük gemilerimizden yalnız kabili istifade olanlar tefrik ve ihya edilebilir. Donanmamız Heyet-i Umumiyesi’nde, faal ve nafi unsurlardan mütevazı bir bahri cüz’ü tam vücuda getirmek imkanına kani oldum.

Bunun için Hükümet-i Cumhuriyetin, tedbir ve teşebbüsleri ile şahsen alakadar olacağım. Esaslı ve kıymetli bir nokta-i azimeti bulduktan sonra ondan muazzam gayeye yürümek ve ona vasıl olmak elbette müyesser olacaktır.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Karadeniz gezisinin ardından ATATÜRK, Deniz Kuvvetlerine verdiği önem ve önceliği, 01 Kasım 1924 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni dönem açılış toplantısında şöyle fade etmiştir:

Efendiler!

Bahriye’yi esaslı ve ciddi bir biçimde geliştirip, düzenlemek düşünülmelidir. Bu konuda başlangıç noktası, özellikle seçkin elemanları hak ettikleri gibi yetiştirip, onlardan memleketin ivedi gereksinimlerinde yararlanmak ve herhalde memleketin gücünün üzerinde hayallerden de uzak durmak olmalıdır.”

Asırların nadiren yetiştirdiği bir dahi olan ATATÜRK, Deniz Kuvvetleri gibi çok pahalı bir yatırım ve zaman gerektiren bir gücün bir anda oluşturulamayacağını çok iyi bilmekteydi. Bu nedenle, Deniz Kuvvetlerinin mevcut durumunu geliştirecek ve geleceğini planlayacak özerk bir Vekaletin kurulması gerekliliğine içtenlikle inanmaktaydı. ATATÜRK’ün bu açık ve kesin desteğinden sonra, Kastamonu Milletvekili Ali Rıza Beyin önerisi ile Türkiye Büyük Millet Meclisinden 30 Aralık 1924 tarihinde Bahriye Vekaleti (Denizcilik Bakanlığı) yasası çıkarılmıştır. Bahriye Vekaleti, Milli Müdafaa Vekaleti’nden ayrı bir kuruluş olarak görev yapmaya başlamış, eğitim, tatbikat, denetleme gibi alanlarda Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı)’ne bağlanmıştır.

Bahriye Vekaleti’nin öncelik verdiği konu, ülkedeki ekonomik koşulları da göz ardı etmeden, mevcut imkanlar dahilinde Donanmanın çekirdeğini meydana getirmek olmuştur.

Bu çalışmalarında Bahriye Vekaleti kararlı ve emin adımlarla mesafe almış ve Deniz Kuvvetlerinin gelişimini uzun vadeli bir programa dayandırmıştır. Başlangıçta yurt dışı gemi alımından ziyade, mevcut gemilerin onarılarak, Donanmaya kazandırılması hedeflenmiştir. İlk olarak, Yavuz Muharebe Kruvazörü’nün onarımı için bir Fransız şirketi ile anlaşma yapılmıştır.

İstanbul’da Yavuz’u havuzlayacak kapasitede büyük bir havuzun bulunmaması nedeniyle, öncelikle bir Alman şirketinin Gölcük Bölgesi’nde Yavuz için uygun bir yüzer havuz yapmasına, daha sonra geminin bir Fransız şirketi tarafından onarılmasına karar verilmiştir. Yavuz’un havuzlanma ihtiyaçları, bir anlamda Gölcük’ü Deniz Kuvvetleri ile özdeşleştirecek olan yolun başlangıcı olmuştur. Gölcük’te havuzu yapan Alman Flender Şirketi ile müştereken çeşitli onarım atölyeleri, barınma barakaları ile mayın, akümülatör ve torpido fabrikaları kurularak, faaliyete geçirilmiştir.

Bu tesisler Deniz Kuvvetlerinin Gölcük’teki ilk onarım teşkilleri olarak tarihi bir misyon üstlenmiş; daha sonraki yıllarda ard arda yapılan yeni tesisler ve modernizasyon projeleri ile o dönemlerde büyük bir bataklık, küçük bir göl ve fındık tarlaları ile kaplı olan bugünkü Poyraz Rıhtımı ve Gölcük Tersanesi’nin bulunduğu alan, Türk Deniz Kuvvetlerinin ağırlık merkezini oluşturan görkemli bir yapıya kavuşturulmuştur.

Diğer taraftan, Lozan Antlaşması’nın Boğazlar bölgesini askerden arındırması nedeniyle Haliç’te ve İstinye’de bulunan Deniz Kuvvetlerine ait alt yapı tesisleri ilerleyen yıllar içinde bir plan dahilinde Gölcük’e transfer edilmiştir. Gölcük, bu dönemde ana üs olarak belirlenmiştir.

Bu çalışmalara paralel olarak, Donanma personelinin eğitim ve öğretimine özel bir önem verilmiş, çeşitli konularda talimnameler hazırlanarak, kurumsallaşma yönünde ilk adımlar atılmıştır. Ayrıca, o döneme göre modern sayılabilecek yabancı ülke Deniz Kuvvetleri ile irtibat kurularak, yenilikler takip edilmeye çalışılmış ve Hollanda ile iki adet denizaltı inşası yönünde sözleşme imzalanmıştır. Bahriye Vekaleti, 27 Aralık 1927 tarihinde lağvedilmiştir. Ancak, günümüzün modern ve çağdaş Türk Deniz Kuvvetlerine erişimde Bahriye Vekaleti’nin oynadığı tarihi ve yaşamsal rol bugün daha da iyi anlaşılmaktadır.

5) Deniz Müsteşarlığı Dönemi (1928-1949)

16 Ocak 1928 gün ve 1198 sayılı kanunla Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olarak Genelkurmay Başkanlığı’nda bir “Deniz Müsteşarlığı” makamı teşkil edilmiştir. Bu yeni teşkilatlanma ile Donanma Komutanlığı, idari ve lojistik bakımından Genelkurmay Başkanlığı’na bağlanmıştır.

Bu dönemde, envanterinde Yavuz, Turgutreis, Hamidiye, Mecidiye Kruvazörleri, Peyk-i Şevket ve Berk-i Satvet Torpido Kruvazörleri ile Samsun, Basra ve Taşoz Muhriplerini bulunduran Donanma, ana unsurları ile Gölcük’te faaliyet göstermiştir. Hollanda’ya sipariş verilen ve Kurtuluş Savaşı’nın coşkusunu yansıtan I.İnönü ve II.İnönü Denizaltıları da 1928 yılında Deniz Kuvvetlerine katılmıştır.

Kurmay subay yetiştirmek üzere, 02 Kasım 1930 tarihinde Deniz Harp Akademisi Yıldız Sarayı’ndaki binasında eğitim/öğretim faaliyetine başlamıştır.

İtalya’da yapılmış olan Adatepe, Kocatepe, Tınaztepe ve Zafer Muhripleri, Dumlupınar ve Sakarya Denizaltıları ile Martı, Denizkuşu ve Doğan Hücumbotları 1931 yılında Deniz Kuvvetlerine katılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayı ile 1933 yılında Donanmanın ana üssünün Gölcük olmasına karar verilmiştir. Aynı yıl Gölcük Tersanesi’nde inşa edilen ilk gemi olan Gölcük Tankeri kızağa konmuş ve bir yıl içerisinde denize indirilmiştir.

Bu dönemde Yavuz Muharebe Kruvazörü, 1930 yılında onarımının tamamlanmasından sonra Deniz Kuvvetlerinin Sancak Gemisi olarak, 1950 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin denizlerdeki gücünün bir simgesi olmuş; bir çok devlet büyüğü ve yabancı konuk bu gemide ağırlanmıştır.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 1936 yılında imzalanması ile birlikte Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği pekiştirilerek, uluslar arası topluma kabul ettirilmiş ve bu sözleşmeyi takip eden günlerde İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nda birer Müstahkem Mevki Komutanlığı ve bu komutanlıklara bağlı olarak Deniz Komutanlıkları kurulmuştur.

II.Dünya Harbi başladığında, Türk Deniz Kuvvetleri kendisini geliştirmiş ve o döneme göre küçümsenemeyek bir güce erişmiştir. İngiltere’ye 1939 yılında 4 muhrip, 4 denizaltı, 2 mayın gemisi sipariş edilmiştir. Aynı yıl, Almanya’da inşa edilmiş olan Saldıray Denizaltısı Donanmaya katılmıştır. Ayrıca, Taşkızak Tersanesinde inşa edilen ve isimleri bizzat ATATÜRK tarafından verilen Atılay ve Yıldıray Denizaltıları denize indirilmiştir. Batıray Denizaltısına 1939 yılı Eylül ayında Alman Deniz Kuvvetleri tarafından el konulmuştur.

II.Dünya Harbi yıllarında Deniz Okulları emniyet açısından İstanbul’dan Mersin’e nakledilip, eğitim ve öğretim bu bölgede sürdürülmüştür. Savaş sırasında, 23 Haziran 1941 günü, Refah Şilebi, İngiltere’den 4 denizaltı gemisini teslim alacak personel ve staj yapmak üzere İngiltere’ye gönderilen 20 Pilot adayı Kara Harp Okulu öğrencisi ile Mersin’den İskenderiye’ye intikalde iken bir denizaltı gemisinin attığı torpido ile batmış ve 167 kişi şehit olmuştur. Çanakkale Boğazı çıkışında sualtı savunma sistemleri ile ilgili denemeler yapan Atılay Denizaltısı, 14 Temmuz 1942 tarihinde I.Dünya Harbi’nden kalma mayınlara çarparak batmış ve 39 denizaltıcı personel şehit olmuştur. II.Dünya Harbi’nin bütün dünyayı kan ve gözyaşına çevirdiği bu karanlık günlerde meydana gelen bu iki olay, Türk Ulusu’nu derinden yaralamış ve yasa boğmuştur.

Türk Deniz Kuvvetlerini geliştirme ve modernizasyon çabaları, II.Dünya Harbi’nin sona ermesi ile birlikte hız kazanmış ve daha büyük atılımlarla yeni hedeflere yönelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nden temin edilen suüstü gemisi ve denizaltı sayısında önemli bir artış sağlanmış ve bunun yanı sıra özellikle, eğitim, personel ve lojistik konularında reform niteliğindeki projeler hayata geçirilmiş ve gerçek anlamda günümüzün modern deniz gücüne erişim yönünde köklü adımlar atılmıştır.

6) Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Dönemi (1949-...)

Genelkurmay Başkanlığı Karargahında 1928 yılından 1949 yılına kadar Deniz Müsteşarlığı olarak temsil edilen Deniz Kuvvetleri, Yüksek Askeri Şuranın 15 Ağustos 1949 günü almış olduğu tarihi bir kararla Deniz Kuvvetleri Komutanlığı olarak teşkil edilmiştir. Bu yeni teşkilatlanma, Türk Deniz Kuvvetlerinin çağdaş ve güçlü bir yapıya kavuşması yönünde önemli bir dönüm noktası, bir mihenk taşıdır. Bu tarihten itibaren Deniz Kuvvetinin tüm yönetimini üzerine alan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı mevcut kaynaklarını en rasyonel şekilde kullanarak her geçen gün daha da büyümüş, dünyadaki tüm gelişmeleri titizlikle takip ederek, emin ve kararlı adımlar atmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 18 Şubat 1952 tarihinde Kuzey Atlantik Savunma Paktı (NATO)’na üye olması ile birlikte, Türk Deniz Kuvvetleri de NATO’ya üye olan ülkelerle ilişkilerini artırmış; kuvvet yapısını, eğitim doktrinini, imkan ve kabiliyetlerini geliştirmiş ve NATO standartlarında harekat icra edebilen bir hüviyet kazanmıştır.

Bu dönemde, 04 Nisan 1953 tarihinde Dumlupınar Denizaltısı’nın Çanakkale Boğazı’nda İsveç Şilebi Naboland ile çarpışması sonucu 81 denizaltı personeli şehit olmuş ve bu olay Türk Deniz Kuvvetlerini büyük yasa boğmuştur

1960 yılından sonra cephe fikri üstün çıkmış ve Anadolu’yu çevreleyen denizlerdeki emir komuta sorumluluğu “Kuzey Deniz Saha Komutanlığı” ve “Güney Deniz Saha Komutanlığı” adı altında iki Koramiral seviyesinde Komutanlığa verilmiştir. Deniz Saha Komutanlıklarının emrinde de ayrıca “Bölge Komutanlıkları” bulunmuştur. Bundan böyle Deniz Kuvvetleri Komutanlığında Donanmayı “Marmara Denizi Donanması“ halinden çıkarıp “Açık Deniz Donanması” haline getirmek fikri doğmuş ve gelişmiştir. Bu fikrin gereği olarak da Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de üsler kurulmaya başlanılmıştır.

Bu suretle Deniz Kuvvetlerinin büyüyen ve gelişen ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla 1961 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı: Donanma Komutanlığı, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı, Güney Deniz Saha Komutanlığı, Deniz Eğitim Komutanlığı şeklinde dört ana ast komutanlık olarak yeniden teşkilatlandırılmıştır. Deniz Eğitim Komutanlığının ismi 1995 yılında “Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı” olarak değiştirilmiştir.

Kıbrıs Sorunu 1960’lı yıllarda yoğun olarak ülke gündemini işgal etmeye başladığında çeşitli ihtimallere göre planlar yapılmış ve güçlü bir Çıkarma Filosunun tesis ve idamesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler paralelinde, yurt içinde amfibi gemi ve araçlarının inşasına öncelik verilirken, yurt dışından da özellikle tank çıkarma gemisi tedariki yönünde planlamalar yapılmıştır. Türkiye’nin son derece yapıcı davranışları ve ikazlarına rağmen, Kıbrıslı Rumların katliama varan tek taraflı uygulamaları Türkiye’yi Ada’da bir amfibi harekat yapmağa mecbur bırakmıştır.

Türk Deniz Kuvvetleri, Türk Ulusunun kendine olan sınırsız güvenini boşa çıkarmamış; sınırlı imkanlarına rağmen, 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’nda kilit rol oynamış ve askeri açıdan tartışmasız en zor harekat olarak kabul edilen amfibi harekatı başarı ile gerçekleştirerek, amfibi ve kara birliklerinin emniyetle Kıbrıs’a çıkmasını sağlamış, aynı zamanda hem Kıbrıs’a yönelik düşman takviyesini engellemiş hem de Kara Harekatına deniz top ateş desteği sağlayarak, askeri ve siyasi hedeflerimizin ele geçirilmesinde büyük rol oynamıştır. Türk Deniz Kuvvetleri bu göz kamaştırıcı başarısına karşın, 67 mensubunu (54 denizci, 13 deniz piyadesi) ve Kocatepe Muhribini kaybetmiştir.

1980’li yıllar Türk Deniz Kuvvetlerinin Cumhuriyet dönemindeki gelişiminin tepe noktasına doğru ivme kazandığı yıllar olmuştur. Bu yıllarda, muhtelif modernizasyon projeleri gerçekleştirilmiş, Deniz Kuvvetlerinin harp silah ve araçlarında tek kaynağa bağlı kalmamak hedefine yönelik önemli adımlar atılmıştır. Gölcük Tersanesi’nde 1980 yılında inşa edilen 1000 tonluk “AY” Sınıfı denizaltı, Türk denizaltıcılığının gelişim sürecinde önemli dönüm noktalarından birisini teşkil etmiş, yine Gölcük’te 1988 yılında inşa edilen ilk modern fırkateyn olan TCG Fatih (F-242), Gölcük Tersanesi’nin uluslar arası arenadaki prestijini daha da artırmıştır.

Bazı alanlardaki imkan ve kabiliyetlerini 1980’li yıllarda istenilen seviyeye çıkaramayan Türk Deniz Kuvvetleri, 1990’lı yılların sonunda gerçek anlamda bir açık deniz kuvveti hüviyeti kazanmıştır. Türk Deniz Kuvvetleri bu yıllarda harbe hazırlık seviyesi ve harekat kabiliyetini önemli ölçüde geliştirmiştir. Bu dönemde, Kara ve Hava Kuvvetleri ile yapılan tatbikatlar ile müşterek harekata yönelik büyük ilerlemeler kaydedilmiş; Hava Kuvvetleri uçakları ile Orta ve Doğu Akdeniz de dahil olmak üzere, açık denizlerde müşterek harekat icra edebilme yeteneği artırılmıştır.

Bu dönemin en önemli gelişmelerinden birisi de, 1987 yılında Aksaz Deniz Üssü’nün Ege ile Akdeniz’i buluşturan stratejik bir mevkide tesis edilmesidir. Böylece, hem Türk Deniz Kuvvetleri hem de dost ve yabancı ülke gemilerini üs ve liman kolaylıkları açısından desteklemek üzere ilave bir yetenek kazanılmıştır.

 

Bu gelişmelerden elde edilen tecrübe ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bağlısı tersanelerde milli imkân ve kabiliyetler ile savaş gemisi tasarlama ve inşa etme gücüne ulaşılmıştır. Bu gücün somut göstergesi olarak tamamen yerli tasarıma ve milli imkanların azami ölçüde kullanılması ilkesine dayanan MİLGEM projesinin ilk gemisi TCG HEYBELİADA (F-511) 27 Eylül 2011 tarihinde, ikinci gemi TCG BÜYÜKADA (F-512) ise 27 Eylül 2013 tarihinde hizmete girmiştir. Üçüncü gemi BURGAZADA'nın ilk kaynağı yapılmış, projenin ilk gemilerinde elde edinilen tecrübelerin de etkisiyle, sözleşme tarihine göre yaklaşık 1 yıl önce, Nisan 2016 tarihinde denize indirilmesi planlanmaktadır. Gölcük ve İstanbul Tersanelerinde modern su üstü ve denizaltı platformlarının inşasına devam edilmektedir.

Milli gemi konsepti kapsamında dizayn ve inşa edilen “ADA Sınıfı” Korvetlerin dördüncüsü olan KINALIADA korvetinin “Sac Kesim Töreni” 08 Ekim 2015 tarihinde İstanbul Tersanesi Komutanlığında Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent BOSTANOĞLU’nun katılımı ile icra edilmiştir. Aralık 2017’de KINALIADA Korveti’nin denize indirilmesi ve 2020 yılında da Türk Deniz Kuvvetlerinde hizmete girmesi planlanmaktadır.

AMFİBİ PROJESİ kapsamında inşa edilen ilk gemi olan BAYRAKTAR 3 Ekim 2015 tarihinde denize indirilmiştir.  Bunlarla paralel olarak, sivil tersanelerimizde ilk defa bir harp gemisi sayılabilecek TUZLA sınıfı karakol botları inşa edilerek hizmete girmiştir.

Türk Deniz Kuvvetlerinin rotası, ATATÜRK’ün çizmiş olduğu çağdaş ve aydınlık yoldur. Son yıllarda Akdeniz’deki sayılı Deniz Kuvvetleri arasında yer alan Türk Deniz Kuvvetleri, Somali’den Japonya’ya, Cebelitarık’tan Panama’ya, Kuzey Atlantik’ten Hint Okyanusu’na kadar, tüm denizlerde Türk Sancağı’nı şerefle dalgalandırmış ve dalgalandırmaya devam edecektir.

Cumhuriyet Tarihi, Türk Deniz Kuvvetleri açısından bir şaha kalkış dönemidir. Türk Deniz Kuvvetleri, köklü ve saygın tarihinden aldığı büyük güçle, mevcut kaynaklarını, ülkenin de koşullarını göz ardı etmeden, yüzyıllar içinde oluşturduğu tarih bilinciyle en sorumlu şekilde kullanarak bugünkü çağdaş, güçlü ve modern kuvvet yapısına erişmiştir. Türk Deniz Kuvvetleri, ülke savunmasında hak ettiği yeri almış ve Cumhuriyeti, Türklerin tarihindeki en uzun barış periyodu yapmakta önemli bir rol oynamıştır.