Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Ahmet B. ERCİLASUN
Ahmet B. ERCİLASUN

Tuhaf bir toplum düşlemesi

Evren içinde evren, dolanıp durur zaman. Kümelenir boz bulanık bulutlar; tepelenip düzlenir kara yağız yer. Bölük bölük bölünür toprak; kişioğluna ülenir toprak. Kişioğullarından bir bölük denizler ortasına yerleşir; derilip toplanır parçalar, birleşir. Davarları otlatır, toprakları sürerler; mutlu mu mutlu bir hayat sürerler. Derler ki zaman değiştirir toplumları; değiştirir kişileri, değiştirir kurumları. Yıllar geçince mutlu toplum da değişmiş; görelim bakalım bu nasıl işmiş.
Bir şeyhül-meşâyih türemiş ki aman; öyle bir konuşurmuş ki yaman mı yaman! Ayağında çarık, başında sarık, belinde zünnar, dilinde cehennem nar; dinleyen bir korkar, dinlemeyen pir korkar. Sağ kalçasına çivi batmış gibi hoplar, bir de bakmışsın sol yanını toplar. Gözlerden akan yaş yanaklarda donmuş, sanırsın İsa çarmıha konmuş. Meğer şeyhül-meşâyih din değiştirmiş, şeyhül-mesih olmuş.
Şeyhül-meşâyihten bozma şeyhül-mesih bu minval üzere olunca sadâret nice ola? Makam-ı sadârette bir yiğit oturur ki görenin nefesi tutulur. Yiğidin sağ omuzu silkelense solda oturanlar yuvarlanır, sol omuzu silkelense sağda oturanlar toparlanır. Sağda oturan nâzırlar söze başlar: Aman yiğidim, paşam yiğidim... Solda oturan nâzırlar baş sallar: Tamam, ben sana kıyamam yiğidim... Başnâzır, İsa dese bunlar “kahrolsun çarmıh, yaşasın Mesih” derler; Meryem dese bunlar “ah mâsume, vah mâsume” derler. Velhâsıl bunlar da dindar mı dindar bir Nasrani taifesi olup çıkmışlar.
Dindar olmasına dindar imişler amma bu hâlleri kindar olmalarına mâni değilmiş. Öyle ya, o kadar kolay olmamış bu makamlara, bu mevkilere gelmeleri. Şimdi elbette bir yandan saltanat sürülmeli, bir yandan muhaliflerin hesabı görülmeli. Böyle düşünmüş nâzır-ı evvel, böyle düşünmüş nâzır-ı sâni. Azizlerin başı, şeyhül-mesih durur mu, o da talimat benden olsun demiş. Bunlar bir hayla huyla, koparmışlar bir vaveyla: Dinsizler, imansızlar; İsa Mesih düşmanları. Böyle bağırıp ürkütmüşler karşı duranları. Avukatlar, yazarlar çizerler; profesör beyler, zabitler; muvazzaflar, mütekaitler; içeri girmişler birer birer. Kimsede ne bir ses ne bir soluk; gözler bakmada alık alık. Bugün filan kurum, yarın filan takım; içeri atılmışlar takım takım. Medya desen vıcık vıcık yağ, ne sol kalmış adam gibi, ne sağ. Harala gürele, baş kaldıranı gör hele; derhal vurulur kelepçe; ver elini Sombudak, ver elini Sivrice. Ya ya ya, şa şa şa şa, çok yaşa; toplum dönmüş yolunmuş kuşa.
Bir rüya mı, bir hayal mi bilinmez; Sombudak’ta bir tutuklu demiş ki “bu böyle gitmez!” Bir sabah saat onda, var gücüyle haykırmış zindanda: “Haydi hep beraber ellinci yıl marşı, inletelim yeri göğü, inletelim arşı!” Yürekler coşa coşa, sesler yükselmiş arşa. Saat birde ve beşte, tekrarlanmış muhteşem beste. Sivrice’den duyulmuş semavi ahenk, göğe yükselmiş sesler birbirine denk. Dalga dalga ulaşmış şehirlere, meydanlara. Belli saatlerde aman yarabbi, ne manzara! Saati geldi mi meydanlar inliyor, zalimler şaşkın şaşkın dinliyor. Ellinci yıl marşı dolduruyor ufukları, zalimlerin kesiliyor solukları.
Günde üç kez göklere yükselen sesler; çarpan yürekler, tutulan nefesler herkesi etkilemiş. İnsanların yüzüne renk, sesine ahenk gelmiş. Başlar ferasetle, yürekler cesaretle dolmuş. Bir takıma haksızlık edilse öbür takım ayaklanmış. Bir takım serbest bırakılsa öbür takıma özgürlük istenmiş. “Serbest bırakılmazsa meslektaşlarımız; eksik olsun işlerimiz aşlarımız” demeye başlamış insanlar. Yükseklerde birileri de şöyle demiş: “Arkadaşlar katılmadıkça aramıza, hepimiz gelmedikçe omuz omuza ne danışma olur ne
tanışma!”
Bir rüya mı, bir hayal mi bilinmez. Bir gün kalabalıklar nezaretlere dolmuşlar. Haç gölgesine, çan sesine hayır; şeyhül-mesih nefesine hayır, diye bağırmışlar. Hiç durmamışlar, var güçleriyle ellinci yıl marşını okumuşlar. Meğer dostlar, yüreklerindeki haç tutarmış nâzırları; ellinci yıl marşı imiş haçın da anahtarı. Marş gümbürdeyince nâzırların dibinde, haçların kilidi açılıvermiş anında. Haçla çalışan kalpler duruvermiş, bedenler hareketsiz kalıvermiş. Zünnar çözülmüş, yüzler süzülmüş, istavrozlar ezilmiş. Kulelerden düşüp parçalanmış çanlar, rahat nefes almış caddeler, meydanlar...
Ben bu işe rüya diyemedim, hayal diyemedim. İyisi mi “düşleme” koyalım adını, siz bakıp ölçün tadını.

Yazarın Diğer Yazıları