Torbanın adaleti ya da totaliterlik
17/25 Aralık'taki 'rüşvet ve yolsuzluk' görüntüleri ortalığa dökülmeseydi "paralel devlet" kavramı ortaya atılacak mıydı? "İnlerine gireceğiz" sözleri edilecek miydi? Ülkenin Genelkurmay Başkanı'nı dahi silahlı terör örgütü mensubu ilan eden Ergenekon ve Balyoz davaları "Kumpas" olarak kabul edilecek miydi? Köşe yazıları, dizi senaryoları 'darbe' aracı olarak yargılanacak mıydı? Koza ya da Boydak Grubu'na operasyon yapılacak mıydı? Köşe yazarları Gültekin Avcı ve Ekrem Dumanlı haklarında işlem yapılacak mıydı?
Bütün bu sorulara rahatlıkla "hayır" cevabı verilebilir. 17/25 Aralık'ta iktidarın karmaşık ilişkileri ve kirli görüntüleri ortaya dökülünce kadim ortaklık birden çöküvermiştir. İktidar kendisine yönelik operasyonun cemaatten geldiğine inandığından derhal "tencere dibin kara, senin ki benden kara" stratejisini devreye sokmuştur.
Sonuçta Türkiye'deki iktidarların rakipleri için adalet arayacak halleri hiç olmamıştır. Aksine Türkiye, 'bana dokunmayan zulüm bin yaşasın' anlayışındaki iktidarlara sahiptir. Unutmamak gerekir ki bir yerde çıkarları çakışanlar, rakipleri için "yaşasın zulüm" diyebiliyorlarsa orada her şeyden bahsedilebilir ama adaletten bahsedilemez!
Türkiye'de 2007-2013 yılı arası laik kesimin hemen her mitingi, kitlesel gösterisi ya da iktidara karşı hareketi bir tür "darbe" suçu olarak nitelendirilmiştir. 17/25 Aralık 2013 yılından sonra ise Cemaatin hemen her kurumu bu arada üniversitesi, dershanesi, gazetesi, televizyonu, dizisi, senaryosu, köşe yazısı bir çeşit 'paralel devlet oluşturma' suçu olarak nitelendirilmiştir.
Süreç içinde darbeci ilan edilerek torbalanan subaylar dışarı çıkmış ve onların yerine paralelci ilan edilenler aynı torbalara doldurulmuştur. Mensubiyet duygusu potansiyel suç olarak kabul edilmiştir. Paralel ve Ergenekon adı verilen davalarda insanlar bir anda farkında olmadan terör örgütü mensubu oluveriyor; andıçlarla, gösterilerle, köşe yazılarıyla darbeye teşebbüs ediyor, dizi senaryosu yazarak da darbe yapmakla suçlanıyorlardı!
Bu davalar sırasında cebir ve şiddet içermeyen kara propagandadan ya da andıçtan aşırı niyet okunarak darbe niyeti çıkarılmış ve bu durum adalet tarihine geçmiştir.
Açılan davalarda toptancılık, yakalama kararlarında toptancılık ve tutuklama ya da serbest bırakmada toptancılık rutin uygulamalar halini almıştır. Son zamanlarda her nedense bütün kötülüklerin kaynağı olarak 17/25 Aralık operasyonunu yaptığı düşünülen grup kabul edilmiştir.
Çok açıktır ki bir etnik, mezhep ya da dini grubu toptan günahkâr ve suçlu ilan etmek totaliter bir tutumdur. Türkiye'de yargının bağımsız olmaması böyle bir görüntü verilmesine sebep olmaktadır.
Bilindiği gibi totaliter/ceberut devletlerde adalet, kudret elitlerinin iki dudağı arasındadır. Kruşçev anlatıyor: "Stalin, herhangi bir kimsenin 'tutuklanması gerek' dediği zaman, bir halk düşmanının söz konusu olduğunu, sözüne bakarak kabul etmek gerekirdi; bunun üzerine, Devlet emniyet organlarının sorumlusu Beria takımı, tutuklunun suçluluğunu ve tahrif ettiği belgelerin gerçeğe uygunluğunu doğrulamak için, kendisinden beklenenden fazlasını yapardı. Sunulan deliller nelerdi? Tutuklunun itiraflarıdır ve sorgu yargıçları da bunları ciddiye alırdı."
Baskıcı ve zorba devletlerin "adalet" (!) anlayışı, bir paranın iki yüzü gibi birbirinin benzeridir. Nitekim Nazi döneminde bir Alman mahkemesi Pasttor Niemöller'i suçsuz bulduğunda, Hitler'in şunu söylediği kayıtlarda vardır; "Benim suçlu diye ilan ettiğim bir kimseyi bir Alman mahkemesinin suçsuz çıkarması olayı bir daha görülmeyecektir." Sonunda da Niemöller, Gestapo tarafından tevkif edilmiştir.
Bu dünyada kul adaleti dediğiniz, üç beş kulun karar vererek başka üç-beş kulun hayatı üzerinde racon kestiği bir mekanizmadır. Kul dediğinizin ise her türlü hatayla malul olduğu malumdur. İlahi adaletin bu dünyada geç ve güç tecelli ettiği de deneyimlerle sabittir.