Terörle mücadelede kim 'suçlu'?

Önceki yazımda “Terörle mücadelemiz profesyonel mi?” diye sormuştum. İç güvenlik harekâtında “tecrübe ve devamlılığın” önemine vurgu yaparak terörle mücadelede başarısız olduğumuz sonucunun ağırlık kazandığına dikkat çekmiştim.
Geçen 24 yılda PKK, ideolojik tezlerini değiştirmesine, örgütün elebaşı CIA ve MOSSAD operasyonuyla Türkiye’ye teslim edilmesine rağmen, anlamsız ve hedefsiz savaşını ne yazık ki belirli bir kesime dayandırmayı ve uluslararası destek kazanmayı başardı.
Sonuçta Yalçın Küçük gibi kişiler, Öcalan’ın bölücü olmadığı hezeyanını ileri sürerken namlunun ucuna, zurnanın son deliği bile sayılmayacak Barzani’yi koyabildiler. Başbakan Tayyip Erdoğan ise teröristin düşman sayılamayacağını, fakat ‘suçlu’ görüldüğünü açıkladı.
En başta terörle mücadeleyi milli bir stratejide yürütme konusunda sağlam bir zemin oluşturamadık. ABD’nin Vietnam’da ve İsrail’in Filistin’deki işgaline karşı örgütlenen gerillalara karşı geliştirdikleri terörle mücadele ve psikolojik harekât yöntemlerini örnek almakla hatalıydık.
Ordumuz, nerdeyse kendi ülkesinde ‘işgalci’ pozisyonuna düşürüldü. Millilikten uzak NATO talimnameleri doğrultusunda, ‘düşük yoğunluklu savaş’ yahut ‘asimetrik savaş’ stratejileri benimsendi. Terörle mücadele nasıl olur da ‘savaş’ kapsamına alınabilirdi?
Komutanlarımızın, stratejistlerimizin ve aydınlarımızın, ardındaki uluslararası ve süper güçlerin desteği sebebiyle terörü, ‘örtülü bir savaşın dışa vurumu’ şeklinde algılamaları, mücadelenin taktik alana da böyle uyarlanması sonucunu doğurmamalıydı. Teröristle her zaman ‘kolluk kuvvetleri’ uğraşmalı ancak sosyal, ekonomik ve diplomatik yönleri Milli Güvenlik Kurulu ve hükümetlere bırakılmalıydı. ‘Terörle mücadele’ ile ‘teröristle mücadeleyi’ maalesef birbirine karıştırdık.
Teröristle mücadelede de hatalar yapıldı. Dağdaki militan ile şehir eylemlerine karşı eğitilen polis ve jandarmanın mücadele etmesi de düşünülemezdi. Bir yanda yıllarca dağda kalmış bölgeyi iyi tanıyan, halkın bir kesiminden destek alan teröristlerin karşısına üç aylık acemi askerlerle çıkmak da vahim bir hataydı.
50 bin insanımızı kaybettiğimiz, yaralılar ve aileleriyle birlikte 1 milyondan fazla kişinin doğrudan etkilendiği bir facia karşısında soğukkanlılığı korumak kolay değildir. Ancak ‘devlet aklı’nın gereği neyse o yapılmalı. Hislerimizi, terörün ardındaki güçlerin kabarmasını istediği düzeye çıkarmamalıyız.
Eşeği cezalandıramayan köylünün semerini dövmesi misali, Amerika’ya karşı gösteremediğimiz tepkinin hıncını Barzani’den almak sinirlerimizi yatıştırabilir fakat sonuç vermez. Postal yalayıcısı dediğimiz kişileri sonuçta bir şekilde tanıyacak ve resmen görüşeceksek baştan aşırı efelenmek de anlamsızdır.
Yurtiçi ve yurtdışı operasyonun ardından hemen kapsamlı bir sosyal iyileştirme süreci devreye sokulmalıydı. 1992’den itibaren 2 yıl içinde yoğun bir operasyon dönemi yaşandı, ancak dağdaki başarı şehre taşınamadığı için terör bu kez katlanarak yine karşımıza çıktı.
Bölgede görevlendirilen kolluk güçlerinin yanı sıra sivil personel de ‘iç güvenlik kursu’ benzeri, sosyolog ve psikologlar tarafından duygu kontrolü seminerine alınmalıdır. En azından devlet yetkilileri ve siyasetçiler öfke kontrolünün nasıl olacağını davranışlarıyla göstermelidir.
Devlet resmi dokümanlarındaki aşırı sağcı, solcu, dinci vb. klişelerle tanımladığı kesimleri yeniden tanımlamalı ve halkın neredeyse yarısından çoğunu ‘aşırı’ gören önyargılarından ve ithamlarından kurtulmalıdır. Milletimizin mayasının sağlamlığı ve asaleti ortadayken öteki - beriki kamplaşmasına zemin hazırlayacak bütün belgeler yeniden düzenlenmelidir.
Terörle mücadeledeki en önemli zaaflarımızdan birisi de istihbarat koordinasyonsuzluğudur. Jandarma, Emniyet ve MİT birbirinden kopuk bilgi toplarken bunun faturasını maalesef bütün bir toplum ödemektedir.

Yazarın Diğer Yazıları