Ayşe Göktürk Tunceroğlu
Televizyon kanallarında tarihî diziler dönemi yaşıyoruz. Osmanlı’nın kuruluşu, yükselişi, gerileyişi, yıkılışı, tekrar şahlanışı, Cumhuriyet’e giden yıllar… Hepsi var!
Tarihî diziler üzerine epey konuşuluyor. Tenkitler de var, takdirler de.
Ben ekranlardaki tarihî dizileri olumlu bulanlardanım. Fakat bana tarihî dizilerin misyonu fazla büyütülüyor gibi geliyor. O kadar büyütülüyor ki, işin içine devlet adamlarımız bile karışıyor! Ekranda canlandırılan tarihî şahsiyetler “Bizim ecdâdımız böyle değil!” diyerek kürsülerde, meydanlarda konu edilmeye kalkışılıyor. Dizi dediğiniz şey filmdir, sanat eseri. Yani sinema bir sanat koludur; başarılı olur, başarısız olur, değerli olur, değersiz olur, orası ayrı. Sözlü edebiyatta destan, hatta masal ne ise, yazılı edebiyatta roman ne ise, sinema da odur. Öncekiler dildedir, kâğıt üzerindedir; sinema perdede, ekranda. Gerçeklerden yola çıkabilir, faydalanabilir, pek çok gerçek olaya parmak basabilir ama üzerine bir çok hayal unsuru da koyar, bir çok tarafı kurgu olur. Konusu tarih olan filmlerde de böyledir; gerçekle kurgu karışır; bu kurgularda hatalar, yanlışlar, eksikler, fazlalıklar olmaktadır. Nihayetinde dizi film denen şey belgesel değildir. Atsız’ın Bozkurtların Dirilişi romanını içimiz titreyerek, göğsümüz kabararak, gözlerimiz yaşararak okuduk ama Türk tarihini o romandan öğrendiğimizi iddia etmedik. (Sahi, bir yönetmen de onu dizileştirse!) Battal Gazi Destanı kaç asırdır Anadolu’da o kadar rağbet görmüş, dilden dile aktarılmış, birçok kişi tarafından -muhtevada farklılıklarla- defalarca yazıya geçirilmiş bir eserdir. Ne kadarı doğrudur, ne kadarı kurgudur, belli mi?
Tarih dizilerden öğrenilmez, ama tarihî diziler tarihe bir pencere açar, merak uyandırır. Vatandaşın hiç bilmediği, duymadığı isimleri gündeme getirir. Ekranlarda çok tutulan bir tarihî dizi devam ederken kitapçı vitrinlerine birden, o dizinin kahramanları ile ilgili bir sürü kitap çıkıyor. Bu bile bir başarıdır. Bundan sonrası insanların kendine kalmıştır. Eğer şuurlu bir seyirciyse o kitaplardan alır okur, ekranda gördükleri üzerine sorular sorar, şüphe eder, kafasına takılan noktaları araştırır. Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu bir zamanda sorular cevapsız kalmaz. Yok eğer, öylesine seyrediyor, ekranda gördükleri doğru mu değil mi merak etmiyorsa, bu çeşit seyirci için de yapacak fazla bir şey yoktur. Bundan sonrası için bütün yapabileceğimiz yeni yetişenlerin okuma, düşünme, merak etme kabiliyetlerini geliştirmek, onlara soru sorma alışkanlığı kazandırmak, eğitim sisteminden şuurlu insanlar çıkmasını sağlamak olacaktır.
“Tarih ibretler levhasıdır.” derler. “Öyleyse, ibret almak için tarihi doğru öğrenmek lâzımdır.” Evet, tarihi elbette olabildiğince doğru öğrenmek lâzımdır; bu da kitaplarla olur. Tarihten ibret alması gerekenler aydınlar ve özellikle de idarecilerdir, devlet adamlarıdır. Zira tarihi “yapanlar” onlardır. Onların da tarih bilgisi elbette dizilerden, romanlardan gelmeyecek, bu konuda ciddî okumaları, araştırmaları olacaktır.
Ve ne yazık ki tarihte “ibret alma” diye bir şey de yoktur! Televizyon icad edilmeden önce de yoktu, bir asır önce de yoktu, beş asır önce de yoktu. İbret alınmadığı için durmadan tekerrür edip durmaktadır.
İki şeyden ibret alınmıyor! Bir tarihten, bir de trafik kazalarından…