Diğeri ise "Sen beni anlamıyorsun" yollu serzenişler... Birinciyi başka bir zamanda ele almak üzere bir kenara koyalım şimdi.
Ve gelelim anlama hikayesine... Bir Karadenizli olarak sonda söyleyeceğimi en başa alıyorum.
Ve diyorum ki, hiç kimse bir başkasını, tam olarak anlayamaz. Bu kişi, en yakınlarınızda olan biri olsa bile... Bu durumda bu işi bir trajedi haline getirerek karalar bağlamanın bir anlamı yoktur.
Peki, niye böyle? Bir kere bir insan ne kadar bilge olursa olsun, kendi iç dünyasını bile tam olarak bilemez, anlayamaz. Katıksız bir anlamaktan söz ediyorum elbette. Bir başka şey daha... Her şey bilinçten ibaret değil ki insanda... Bir de bilinçaltımız var. Ve orada olup biten hakkında değil biz, davranış bilimcileri bile çok az şey biliyor.
Bunların yanında... Karakterlerimiz farklı. Olaylara tepki verme biçimimiz, hayatı algılayışımız, yaşadıklarımız farklı. Farklı kültürel ortamlarda bulunuruz. Kendimize yaptığımız yatırımın düzeyi, zekamız, aklımız, duygu dünyamız farklı... Her hemen her şey çok farklı.
O zaman da Çetin Altan üstadın dediği gibi yaparak, bu anlama meselesinde "Enseyi karatmayınız" diyelim önce.
Ve birbirimize beni niye anlamıyorsun diye çıkışıp durmayalım. Mesela bir kadının kendisi hakkında tek kelime etmeden yıllarca kocasının onu anlamasını beklemesi gibi de yapmayalım. Yapılması gereken yalın aslında. Birbirimizi, empati yaparak, iyi niyetle, anlayabildiğimiz kadarıyla anlamaya çalışmak... Böylece ne kendimizi üzer, ne de insanları vicdan azaplarına sürüklemiş oluruz. Hepsi bu...
BEYEFENDİ
Sorun çözme dersi...
Daha ortaokul yıllarında kafayı takmıştı sorun denen illete. Zira o henüz küçük bir adam olsa da derdi çoktu. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. Küçüktü ama büyük hedefleri vardı. Ve daha o yaşta bunlara ulaşmanın çok zor olacağını seziyordu. Okuması gerekiyordu, bunu çok istiyordu. Ama o taşra kasabasında ailenin en büyük çocuğuydu. Babası gurbetteydi ve dolayısıyla da aileye göz kulak olması gereken küçük adam oydu! Annesine yardım etmesi, kardeşleriyle ilgilenmesi, derslerine çalışması, bağ bahçe işlerinde ter akıtması gerekiyordu. Dert, sorun çoktu hayatında. Ancak çevresinde akıl danışabileceği kadar bilgili, yetenekli, doğru yolu gösterecek kimsecikler yoktu. Duyarlı biriydi küçük Beyefendi. Başkalarından çok daha fazla etkileniyordu, hayatta olup bitenlerden. Bu iyi mi, yoksa kötü müydü acaba? O zaman karar verecek durumda değildi kuşkusuz. Ama üzerinde de düşünmedi değil. Çok bunaldığında, bazen biraz daha az etkilenip ikide bir ağlamasam ne güzel olurdu derken yakalamışlığı vardı kendini. Ama çok geçmeden bunun mümkün olmadığını, insanın içinden gelenin ağlamak olduğunda bunu engellemenin bir işe yaramadığını öğrendi. ve bir şeyi sık tekrarlar oldu. "Keşke" diyordu içinden, "şu gittiğimiz okullarda bir de sorun çözme dersimiz olsaydı da, bunca dert arasında şaşkın tavuğa dönmeseydik..."
Geçen akşam yolda birden 40 yıl geçmişe giderken hüzünle gülümsedi.
"Ulan hergele" dedi içinden sonra, "bunu öğretmene sormuştun, çok bunaldığın o sabah vakitlerinde. Ama o bakışlar... O adamın, o sert ve korkutucu bakışları nasıl da gezinmişti yüz hatlarında... Ve ne çok korkmuş, utanmıştın..."
Ve devam etti:
"Okullarda hala yok bu türden dersler usta..."
İŞTE O KADAR
Bize kalmayacak bu dünya için bize kalacak günahlar biriktiriyoruz.
Malcolm X