Öncelikle şunu ifade edelim ki; insanlarımızın göç ettikleri coğrafyalar tek başlarına kimlik tayin etmezler. Coğrafi faktörün kültürel kimlik ve yaşama tarzı üzerinde mutlak değil; ama sınırlı etkileri vardır. Bu gerçek reddedilemez. Ancak kimliği sadece coğrafyaya bağlama yanlışı, bizi milli kimlik dışı yapay arayışlara da götürebilir. Türkiye’ye bir zamanların Yugoslavya’sından gelmekle veya orada doğmakla Yugoslav olunmazdı. Batı Trakya’da yaşamakla Müslüman Yunanlı olunamaz. Aynı durum Yugoslavya’nın bölünmesinden sonra izinle bağımsızlığa kavuşturulmuş devletçikler için de aynıdır. Bulgaristan’dan gelmiş olmakla da Bulgar olunmuyor.
Türk kimliği sadece Anadolu’da değil; Balkanlarda ve Orta Avrupa’da, Orta Asya’da yaşamış ve yaşamakta olan bir kimliğin adıdır. Hala bazı tahribata rağmen, birçok tarihi eser dimdik ayaktadır ve o bölgelerde hizmet vermektedir.
Osmanlı döneminde Anadolu’dan belirli bölgelerden Devletin uç beyi olarak tayin ettiği aileler Avrupa içlerinde sınır bölgelerine gider ve uç beyi olurlardı. Bunlar savaşta orduya öncülük ederdi. Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemlerinde bu geniş Türk unsurları ana vatanları olan Türkiye’ye dönmek zorunda kalmışlardır. Mal ve mülkleri yabancı ellere geçen bu insanlarımız çok can kaybı vererek Anadolu’ya ulaşabilmişlerdir. Bu durumu yoğun yabancı etnik göç alan Kanada, Avustralya ve ABD gibi ülkelerle bir tutamayız. Bizde vatana dönüş acı olmakla beraber ,bir gerçektir. Rumeli göçlerinde “Evlad-ı Fatihan” zora katlanmış ve Avrupa’nın güneyine mesela İtalya’ya giderek kolayı tercih etmemiştir.
Belirli bir yaşama tarzının –kültürün- damgasını vurduğu coğrafyada hakim kültür gerçekleşir. Coğrafyaya kültürel izlerini vuramamış toplumlar maddi ve manevi kültürel damgalarını, eserlerini kaybedebilir ve hakim kültür olamazlar. Anadolu’da yaşadığımız örf ve adetleri aynen Balkan coğrafyasında da görebiliyorsak bazı yıpratılmalara rağmen, Türk Kültürü oralarda da yaşıyor demektir. Türk Kültürünün yaşadığı ve yaşatıldığı coğrafyalar aslında manevi olarak vatandan birer parçadır.
Soy ağacı tespiti ve soyadları konusunu incelersek karşımıza 1934 tarihli Soyadı Kanunu çıkar. Bu kanun oldukça aceleye getirilmiş ve nüfus memurları tarafından gayenin her ferde yeni ve modern bir ad takma olduğu zannedilmiştir. Kanunun tatbikatı, milli dayanışma ve sosyal bütünleşmeyi altüst edici olaylara gebe olmuştur. Aynı aile ismini muhafaza etmesi gereken fertlerden her biri ayrı birer soyadı almıştır. Amcaların, dayıların ve kardeşlerin, dedelerin soyadları değişmiştir. Soyadı bollaşması sosyal dayanışmayı ve ilişkileri zedelemiş ve insanları birbirine başkalaştırmıştır. Her yeni yeni olduğu için geçerli olmaz; her eski de eski olduğu için atılmaz. Eski lakap, unvan ve asalet çağrışımı yapan soyadlarında değişikliğe gidilirken; bu defa ilgisiz, anlamsız ve tesadüfi kelimeler soyadı olarak verilmiş ve alınmıştır.
Asistanı olmaktan daima gurur duyduğum 3000 civarında yazılı esere imza atmış olan Ord.Prof.Dr.Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 1950-1952 yılları arasında içtimaiyat derslerine girmiştir. Bu yıllarda öğrencilerinin ilgisi sayesinde araştırma yapılmış ve 4253 anket formu doldurulmuştur. Bu 4253 cevap 4 bölüme göre tasnife uğramıştır: (Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İçtimaiyat Dersleri, 1.Cilt, İstanbul 1971, sh.221-230)
Eskiden aile isimleri bulunanlar ve Soyadı Kanunu’nun tatbiki sırasında bunları muhafaza edenler;
Eskiden aile isimleri bulunanlar ve Soyadı Kanunu’nun uygulanması sırasında bunları terk edip yenilerini alanlar;
Eski aile isimlerini Soyadı Kanunu’nun tatbikatı esnasında kısaltmak suretiyle muhafaza edenler;
Eskiden aile isimleri bulunmayanlar ve yenisini alanlar.
Bu guruplar içinde en çok ikinci gurup %44.2 paya sahip olmuştur. Bunu %34.1 ile dördüncü gurup; %11.2 ile birinci gurup; %10.5 ile üçüncü gurup takip etmiştir. Görüldüğü gibi, 1934 Soyadı Kanunu’nda aile isimleri bulunanlar bunları terk edip yenilerini almışlardır (%44.2). Bu durum ailelerin soy ağacı alanında belirsizlikle karşılaşmalarına sebep olmuştur.
Hayatı eser vermek ve araştırma yapmakla geçmiş olan rahmetli Hocamızı burada saygı ile anıyoruz. Gerçekten bugün ortaya çıkan sosyal bir yaraya 1950’li yılların başında işaret etmiş ve sorunu ortaya koymuştur.
Asistanlığımın ilk yıllarında Hoca neden bu soyadı konusunda önemle duruyor derdim. Zamanla hele bugün bunun ne kadar toplumda sosyal bir sorun haline geldiği ortaya çıkmıştır. Aslında bir sosyolog, bir toplum hekimi olarak sosyal gerçekler üzerinde durmalı ve onlara ışık tutucu araştırmalar yapabilmelidir.