Sorunlardaki sorumluluklarımız!
İnsan yaratılışı gereği içinde bulunduğu ortamın şeklini ve rengini alma eğilimindedir. Çevrenin baskın şartlarına rağmen kendini koruyabilmek, davasını sürdürebilmek ise iyi yetişmiş, aklını ve kalbini madden ve manen donatmış kişilerin harcıdır.
Şablonlarla yaşayan bir nesil var karşımızda. Son zamanlarda gündemle ilgili soru yöneltenlerin çoğu konuşmamı bitirme zahmetine katlanamadan sözü değiştirdi veya bir bahaneyle ortamı terk etti. Türkiye’nin iç ve dış politikasında kırılmanın sebepleri ve sorunların insani boyutu üzerinde birkaç dakikalık konuşma dahi sıkıcı geliyor. Genel talep şu: “Sorunun kaynağını veya çözüm yollarını değil, kim hain, kim dost onu söyleyin.” Sorgulamaktan usanan, aklıselim ile tartışmak istemeyen kitlelerin sayısı her geçen gün artıyor.
Oysa bizim en büyük sorunumuz akıl ve kalp senkronizasyonudur. Osman Gazi var ama Şeyh Edebali’yi bulamıyor. Köroğlu isyan kılıcını çekmiş ama Yunus Emre köşesine çekilmiş. Akşemseddin ders okutacak ancak Mehmet okey masasından kalkamıyor. Sorunlardaki sorumluluklarımızı anlama ve yüklenme iradesi pek cılız.
İnternet medyası ve gazeteler kronikleşen bu hastalığın ateşini körüklüyor. Dedikodu gerçekten cazip. Manşetler, haberi yazanı bile utandırıyor. Gazete ve televizyonların, içeriği önemsemeyip kesmenin, hakikatleri sansürlemenin yahut “sıradanı sansasyonelleştirmenin” şehvetine kendini kaptırmış yazı işleri kadroları, adeta Hollywood’un efekt uzmanlarıyla aşık atıyor.
İnsanımız okuldan ve camiden ziyade televizyondan gördüğü ve internetten okuduğuyla kolayca ’bilgilenmeye’yönlendiriliyor. Akıl ve ruh dengesini kurmak bir yana, beyinler yüzlerce farklı kaynaktan doğru yanlış demeden pompalanan bilgi kırıntılarını süzemiyor. Birbiriyle ilintisi ve ilişkisi kurulamayan binlerce parçadan oluşan legolardan anlamlı bir resim çıkarmaya ne sabrı ne de yeteneği var. Bunları yerlerine yerleştiremeyen beyinler, zamana göre içlerinden işine gelen en kolayını seçip aklınca kullanıyor. Bir tür hipnoz da sözkonusu. İmbikten süzülmeden ve elekten geçirilmeden gelişigüzel dağarcığa dökülmüş bilgi kırıntıları başka bir kaynaktan yollanan mesajlarla harekete geçirildiğinde aklı karıştırıp iradeyi nefsin emrine veriyor. Kişileri tepkilerinin esiri kılıyor. Medya ve internet üzerinden yürütülen asimetrik psikolojik savaşa karşı koyabilmek için tarihimizi, kültürümüzü sistemli bir şekilde kitaplardan okuyup öğrenmeli ve vicdan mekanizmasında denetlemeliyiz.
Zaten şahsi hırslar, kaprisler, ihtiraslar ve ihtiyaçlar kişinin önceliklerini belirliyor. Bunlara ayrılan zaman ve eğlence vakitleri düşüldüğünde geriye fazla bir süre kalmıyor. Bir de yaşanan ani şoklar buna eklendiğinde memleketin ve insanlığın dertlerine ayıracak saat kalmıyor. Oysa günümüzde insanlığın hali, balığın karnındaki Yunus Peygamberden daha vahim. Fakat gözlerini ve kulaklarını açmadığı ve belki açmak da istemediğinden tehlikenin farkına varamıyor. Bizi insanlaştıran en değerli birikimimiz, ıstıraplarımızdır. “Acının insana kattığı değeri bilirim, küsemem” diyen Sezen Aksu’nun ifadesiyle, “acı tatlı ne varsa” hazinemizdir. Şarkı ve türkülerimizdeki eksikliğin tamama ermesi için ille de “acıdan geçmesi” gerekir mi bilinmez ama tarihten ibret almamak gerçekten hüzünlüdür. Belalara davetiye çıkarmamak için Haiti’deki deprem görüntülerini seyredip “biz bu acıyı biliyoruz” demek yeterli değildir. Musibetten dersini çıkarmayan nasihatten ne anlar ki!
Yahut “Üzengi öpmeye hasretti garbın elçileri” diyen ataların torunları bir özür duymak için bunca yıl nasıl sabredebilir! Hâlbuki birlikte çarpınca yürekler nasıl da dize geliyor, dizginlenemez zannedilenler... Büyük bir millet olduğumuzu anlamak ve kendimizi aşmak için sürekli sınanmamız mı gerekiyor? Kabullenelim artık, “bizden de adam çıkar” gerçeğini.