Sorgulu-YORUM
‘Türkiye’de milliyetçilik neden yükselmiyor?’ve ‘Milliyetçiliğin bitmeyen dramı’ başlıklı yazılarımda herhangi bir kurum veya kişi özel olarak hedef alınmış değildi... Halkla, özellikle kendisini ‘milliyetçi’ olarak tanımlayan kesimle milliyetçi yapılar arasındaki ‘ikna’, ‘iletişim’ ve ‘etkileşim’ problemini sorgulamak ve var olan kopukluğun izini sürmekti... Gelen mesajlardan yazıların ‘doğru’ algılandığı ve basit siyasî sâiklere dayandırılmamış olduğu anlaşılıyordu... Bu sevindiriciydi elbette...
Alınganlık olmasın diye kendimden örnek vererek meramı biraz daha açayım: İki yıla yakın zamandır Yeniçağ’da yazıyorum... Eğer bir yazar olarak yeterince okunmadığımı hissedersem yapmam gereken anında bırakmak olmalıdır... Mesajım hedef kitlede bir karşılık bulmuyorsa, kapladığım her köşe, kâğıt hem zaman israfıdır... Ayrıca benden ‘daha iyi yazabilecek’ olan birinin yerini işgal ederek, ona ve okuyucuya haksızlık ediyorum demektir... Bütün bu gerçeği doğru okumadan, ‘hedef kitle’ tarafından nasıl değerlendirildiğimi hiç umursamadan inat ve ısrarla ‘işgal’e devam etmem hem gazeteme, hem siyasî düşünceme, hem de ülkeme ‘kötülük’ demektir...
Pişkinliği tercih edersem şu söyleme yönelmek de çözümdür: Benim seviyem o kadar yüksek ki halk beni anlamıyor!.. Ben halka inenem, halk da benim seviyeme zaten çıkamaz, kopukluk ondan!.. Ben idealistim, okuyucu ise menfaatperest, kendisine ilâve olarak kömür ve makarna veren yazarları tercih ediyor!.. Beni okumayanlar, mesajıma ilgisiz kalanlar okyanus ötesinin telkinlerine kapılıyorlar!.. Medyada ele geçiremedikleri ‘son kale’ olarak beni düşürmek isteyenler tarafından kandırılıyorlar!.. Bana yâr olmayan köşe, başkasına da yâr olmasın!..
Eh bu zeminden hareket ettiğimde şu soruları kendime asla sormam: Tamam halk suçlu da acaba bende de eksiklik olabilir mi? Toplumu ve dünyayı doğru okuyabiliyor muyum? Kendimce yüzde yüz doğru olan mesajlarım, insanlarda neden arzu ettiğim seviyede karşılık bulmuyor? ‘İkna edici’ yanlarım neden ağrıyor, tedavi için neler yapmalı, hangi halkla ilişkiler yöntemlerini hayata geçirmeliyim? Ben hep başkalarının periyodik ‘balkon yazıları’nı okumak veya okuyanlara şahit olmak zorunda mıyım? Bunca kayıp yıldan sonra feragat edip köşemin önünü benden sonra gelenlere açsam acaba gazeteme iyilik etmiş olmaz mıyım?
Elbette bir ticarethane için ‘çok satış’, bir yazar için ‘çok okunma’, bir parti için ‘çok oy’ doğruluğun tek ya da en belirleyici kriteri olamaz... ‘Çok’u bir ‘fetiş’ hâline getirmek idealizmin ilkeleriyle çatışır... Bedeli ‘yalnızlık’ bile olsa önce ‘doğruluk’ gelir... Bazen ‘haklı yalnızlar’ın adımlarını yere vuruşu, ‘haksız kalabalıklar’ın deniz köpüğü ömürlük gürültüsünden saha sarsıcı ve kalıcıdır... Bu da işin bir başka boyutu... Ama bu parantez mevcut hâli izah etmeye, etkisizliğimi, inandırıcılıktan uzaklığımı ve dönüp dönüp bina okumamı açıklamaya yetmez...
Derdim ‘zanlı’ çıkarmaktan öte, bir ‘muhasebe’ teşebbüsü; kendimle, kendimizle... Herhangi bir yapıyı, parti, dernek, vakıf veya yayın organını eleştirmek değil, yarınların doğru kurgulanması adına ‘kendimiz’i masaya yatırarak, yine ‘kendimiz’i kurtarmak!..
“Şu dağın ardında düşman var dersem inanır mısınız?” sorusu ve buna verilen “Elbette inanırız” cevabı tarihî bir ölçüyken, ben eğer dağın bırakın ardını, dağın önündeki düşmanın varlığına bile kitleleri inandıramıyorsam, o kitleler “Her şey iyiye gidiyor” diyen illüzyonistlere daha fazla itibar ediyorsa, o kitlelerin algılayıcıları bana kapalıysa, bu çarpıklıktaki - az veya çok- payımı ve eksikliğimi nasıl kabullenmem? Suçu sadece o kitlelere atarak kendi aczimi nasıl örtebilirim?
Bu sorular can sıkıcı olabilir... Ama yok saymak, görmezlikten gelmek mümkün değil... O yüzden muhasebede ısrarlıyım; kimse özel olarak alınmasın diye kendimden, kendimizden başlayarak topyekûn muhasebede...